31 Mayıs 2012 Perşembe

Geçip giden zamanları, bir yerlerde bulsam..

Finaller bitti..

Evet, alkış seslerini duyar gibiyim ama çok heyecanlanmayın okul 18 gün sonra tekrar başlıyor.

Etme bulma dünyası tabi, ilk iki sene benzetmek gibi olmasın ama büyük baş hayvan misali oturup, evde karpuz büyütürsen, son iki sene de yarış atına dönersin.

Nitekim yarış atına falan döndüğüm yok ama tutuşan paçalarım diz boyunu geçti, sıkıntı yapıyor.
Olsun, 3. sınıf olup da yaz okulunun tatlı sıcak havasını içine çekmeyen yok.

Bizim ne'miz eksik?

Bugünün nedense tatlı, buruk bir havası vardı, halbuki 3 aydır şu gün gelsin de okul bitsin diye ip çekiyorduk hani, öyle olmadı..
Sanırım bu sona yaklaşmanın verdiği bir burukluk..
Tabi bu "yaklaşma" 3 bittiyse 1 sene kaldı demek kadar kısa değil, zaman göreceli, bunun daha 2 kere yaz okulu, mutlak uzamayla bir dönem de ekstra 4.5'uncu yılı falan var, ama yine de sadece büyümüş olmak bile insana bu sıkıntılı olduğu kadar keyifli olan günlerin de biteceğini ve bir gün şiddetle özleneceğini hatırlatmaya yetiyor.

Bak gözlerim doldu şimdi, demin neşeliydim yahu.
Her neyse..

Bugün, sırf bu burukluğun verdiği melankoliyle, birazcık okullarıma ve öğrencilik hayatıma değineceğim, biraz özele gireceğim ama aynı anıları yaşamasa da bambaşka bir okulda, bambaşka bir zamanda benzerlerini yaşamış birileri, belki okulunun öğrencilik hayatının sonlarına yaklaşan, ya da o günleri anımsayıp benimle içlenecek birileri elbet vardır diyerek (özelden genele yani) bu yazıyı tüm mezunlara, mezun adaylarına, ya da tamam sadede gel diyen sevgili okuyucuya adıyorum..

Açıkça söylemek gerekirse, en başta İTÜ'den pek de haz etmiyordum. Haklı sebepleri var tabi, öncelikle benim lisem - eminim sizin ki de öyledir ama herkes kendininkini en güzel sanar ya - çok samimi çok ailesel bir okuldu. Hala içime dert ettiğim bazı hayal kırıklıklarım olsa da, Işık Lisesi bana gerçekten çok fazla duygu ve anı kattı. Bizim tatlı sınıflarımız bir de ara dönem olduğumuz için 15-17şey kişiydi, okulda da zaten 200-300 öğrenci vardı, yani uçan kuşu tanırdınız, onlar da sizi tanırdı. Hocalarım, hala hepsini sürekli anarım ve özlerim - her ne kadar artık yoğunluktan pek fazla yolum düşemese de - hepsi çok tatlı insanlardı, yeri gelince anne baba gibi davranırlar, yeri geldi mi sizden beter çocuk olurlardı. (Bu arada okulun sıkı reklamını yapıyorum, komisyon istemeliyim bence. ) En yakın arkadaşlarımla o okulda tanıştım, hiç bir zaman da peşlerini bırakmayacağım bir gerçek..


 O sıcak aileden, 100metre karelik 4 duvarlı bahçeden paaaaat diye 4 dönüm 10 fakülte okulun ortasına tek başına düşmek pek güzel olmadı tabi.

Lise dediğin yerde ister istemez tek tip insan oluyor, üniforma bile bunun bir temsili bence. O kadar küçük bir habitat ki, bir süre sonra, beraber büyüdükçe, aynılaşıyor, tek tip oluyorsun. Burada bahsettiğim karakter değil tabi ki, davranış ve ister istemez dış görünüş. Sonra üniversitede bin bir farklı adam, hiçbiri de senden değil. Ki benim, dünyanın alışkanlıklarına en bağımlı duygusal insanının buraya alışması zaman alıyor. Hala zaman zaman tuhaf yabanilikler yaptığımın bilincindeyim. (Şimdi tam burada üniversiteden tanıyıp da evet yapıyor diyen olduysa çıkışa gelsin.) Beni böyle sevin, sevecekseniz.

Sonuçta İTÜ'ye alışmam belli bir zaman aldı evet, dünyada kendi küçük ekosistemimden başka bir şeyler de olduğunu fark etmek, bu fikre alışmak bu kafa için zor, ama bir o kadar da tatlı..

İTÜ'ye düştüğüm ilk günden beri milyonlarca şey oldu tabi, hepsini anlatmamın imkanı yok, ama kendi okul hayatınızı gözünüzün önünden geçirmeniz için size bir kaç satırlık bir boşluk vereceğim, bu boşlukta, önce tüm sevmediğiniz hocaları, sizi bırakanları, ucu ucuna geçtiğiniz dersleri, sizi sebepsizce seven ya da durup dururken sizi adınızla tanıdığını belirtip geren hocalarınızı düşünün, sonra sınıfınızı bulamadığınız ilk gününüzü düşünün, hata payını %500 bulduğunuz günü düşünün, sınıftaki itici çocuğu düşünün, en çok güldüğünüz günü düşünün, en yakın arkadaşınızla saçma tanışmanızı düşünün, üniversitenin çim oturma fantazisini büyük bir meseleymiş gibi tattığınız günü düşünün, bir klübe yazılmayı hedeflediğiniz zamanları düşünün, hiçbir şeye yetişemeyip her şeyi bıraktığınız günü düşünün, ilk kaldığınız dersi düşünün, güldüğünüz en saçma şeyi düşünün, sınav öncesi hiçbir şey bilmediğiniz için çevrenize dünyayı yok edecek negatif enerjiyi yaydığınız günü düşünün, heyecandan elinizin ayağınızın dolandığı günü, her şeyin ters gittiği günü düşünün, ağladığınız ve teselli bulduğunuz günü düşünün, okulda sabahladığınız günü düşünün, okuldan nefret ettiğiniz günü ve akabinde saçma sapan bir neşeyle koşuşturduğunuz günü düşünün, en midesiz olduğunuz günün düşünün, en uykusuz olduğunuz zamanı, en aşık olduğunuz zamanları düşünün, aşık olduğunuz kişileri düşünün, nasıl zevksizmişsiniz değil mi, olsun, birinin elini tutma hayalini kurduğunuz, en saçma tavırları en sevdiğiniz kişinin yanında yaptığınız, hata yaptığınız ama hatalarınızdan pay çıkarmayıp tekrar tekrar hata yaptığınız günleri düşünün, sevildiğiniz günleri düşünün, en mutlu olduğunuz günü,      
ve gerçekten büyüdüğünüzü ilk kez fark ettiğiniz günü düşünün...

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Şimdi, 3. yılımın sonunda, bir gün, tüm bu güzel anıları ve daha bir çoğunu bu bahçelerde bırakıp gitmek zorunda kalacağımı düşününce, içim buruluyor.

Bugün fakülte kapısından sınavlar bitti diye oynayarak çıkmamamın bilinçaltımdaki sebebi buydu..

Şimdi utanmadan bir de iyi tatiller dileyeceğim..
Mutlu baharlar çocuklar, bol güneşli bir tatil olsun..
ÇS*12

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Sevgili Hayalperest,

Aklımdayken şu konuya da bir açıklık getireyim.

Okulu bitirince;
Astronot,
Astrolog,
Astronom
ya da herhangi "astro" ön ekiyle başlayan bir meslek sahibi olmayacağım.
Bu konuda hayalkırıklığı yaşayanlar olmuş olabilir ama şöyle bir teselli vereyim;
10-15 yıla dünyanın tüm kaynaklarını sömürüp bitirince,
Uzaya gitmek istediğinizde, sizi götürebilecek tanıdık bir Uzay Mühendisi'niz olacak.
Uygun fiyatlara uzay aracı yapılır.

Tanıdık Uzay Mühendisi, ne tatlı laf değil mi,
tanıdık sütçü gibi.


Ay bir de konuyla ilgili fotoğraf koyuyorum illa,
iyice dönem ödevine çevirdim burayı, olsun.. :)

ÇS*12

Ferrari'yi kim kaybetmiş de, ben satayım..

Şuan bilgisayarımın şarjıyla birebir mücadeledeyim..
Her türlü 'mind control'ün üst sınırındayım ama Allah'ın emri bitecek o şarj.. Neyse..


Geçen gün şöyle bir şey not etmişim telefonuma..
"Bir bilge olsaydım, bildiğim her şeyi anlatırdım. Belki de bu yüzden bilge değilim ya.. Bazen bir şeyleri bilmek, o bilgiyi saklayabilecek erdemi de gerektirir."


Hmm.. Oldu o zaman..
İnsanın metrobüste aklına neler geliyor değil mi? Metrobüs zaten çok acaip bir yer ama ona başka bir yazıda geniş geniş yer vermek isterim. O bambaşka bir kafa resmen.


Notuma dönecek olursam, ben neden bilge olamam?
Bazen bakıyorum, insanlara çok fazla fikir veriyorum. Engin bilgilerimden (!) ve harem halkını kıskandıracak entrikalı fikirlerimden yararlanmalarına (!? :) ) izin veriyorum. Hatta hiç olmayacak konularda öyle bir burnumu sokuyorum ki, mazallah işler ters gitse tek kurşuna kurban gitsem, neden diye sormam. Zaten bizim ülkede herkesin her konuda bir fikri vardır ve bu fikirlerin hepsi söyleyenlerine göre kesinlikle doğrudur. Geçende bir yörünge mekaniği dersinde Cuma Hoca, bir uzay aracının yörüngeye oturması üzerine insanların yaptığı yorumları okutmuştu mesela, ülkemiz için mükemmel bir örnek. Vitese takmak, gaza basmak gibi bilimum mükemmel fikir vardı bulursam sizinle de paylaşmak isterim, gününüz renklenir. Ancak ben, ne yazık ki, hiçbir zaman fikir alan, ya da başka fikirlere açık biri olamadım. Ki bu çok yanlış bir şey, biliyorum ama ne yapayım bünyem bu şekilde işlemiyor. Buna rağmen her konuda mutlaka bir fikrim bir yorumum vardır ve özellikle uygulanmaları yönünde de ısrarcı olurum, halbuki niye ısrar ediyorsun, yapma.


Fakat yaptım, çoğu zaman yapıyorum ve yapmaya devam edeceğim. Buradan tatlı arkadaşlarıma selam olsun.


Peki hepimiz her haltı bu kadar çok biliyorsak, hepimiz bilge miyiz, ya da neden hiçbirimiz bilge değiliz?
Birincisi, kimsenin bir halt bildiği yok.
Kitap okuyan insanları bir nebze ayırıyorum, neden, kitaplarda her türlü bilgi var mı? Bilmek isteyene anlayabilene var ama daha önemlisi kitap insanın hayatına ve anlatımına bir bakış açısı ve zenginlik katıyor. (Her ne kadar bu aktiviteyi komik derecede az yapsam da en azından hayırlı bir şey olduğu fikrini tamamen destekliyorum.) Tabi burada bahsettiğim kitaplar 'Zartla Zurt'un Aşkı' 'Nasıl Vampir Oldum?' ya da 'Twitter Sohbetlerim' gibi dümdüz şeyler değil.


Ya  bak twittera da bir ara çok pis değineceğim, ama o kalp kırıcı olacak biraz, sezon finaline saklıyorum.


İkincisi, temel olarak benim de pek bir şey bildiğim yok.
Bak güzel fikir yürütürüm ama buna kimse hayır diyemez. Bakayım, yok demediniz. He, yürüttüğüm fikir her zaman işe yarar mı? E yarasaydı, hiçbir sıkıntım olmazdı değil mi? O zaman buna cevabım açık. Yaramıyor.


Üç, benim paylaşmakla ilgili temel bir sıkıntım var.
Ya çok paylaşırım, ya hiç paylaşmam.
Bildiğim bir şey varsa söylerim içimde tutamam, sevdiğim bir şey varsa hayatta paylaşmam. Bunun Türkçe karşılığı kıskançlık oluyor. Biliyorum. Kötü bir şey ama hoşuma gidiyor. İnsan hep de tatlı olamaz değil mi, bazı konularda gıcık olman lazım.
Mesela bilgeler.
He geldik asıl konuya.
Bilge deyince aklınıza direk hafif çekik gözlü, kısa, kısacası çakma Gandhi görünümlü amcalar geliyor. Neden teyzeler gelmiyor, çünkü Amerikan filmlerinde bilge kişi hep bu aynı amcadır. Bilge dediğin adam, nedir, dünyanın tatlı bilgisini yüklenmiş, olgunlaşmış, bir nevi iç huzurunu sağlayarak ermiş, maddi dünyayla bağlantısı kalmamış kendini ruhani dünyaya hediye etmiş arkadaş oluyor. E tabi biraz yaşı da olması lazım, dünyanın bilgisine 20 yaşında erişemez değil mi? Demek ki neymiş, hiç birimiz bilge değilmişiz tatlılar. Nitekim bu kriterlerin daha temel taşını bile tutturamıyoruz.


Peki bu insanların gıcık olan tarafı ne? Bilgilerini Dünya'yla paylaşmamaları.
Halbuki, paylaş da hepimiz bilge olalım kardeşim. Hepimiz keşfedelim aslen dünyanın maddiyattan çok öte bir maneviyata sahip olduğunu, değil mi? He, bu noktaya tekrar dönüp kapanış yapacağım, ama son bir fikir yürütmecem kaldı..


Dünyada bilge var mıdır, varsa nerededir?
Şimdi ben bilge olsam nereye giderim? Herhalde ben de böyle derin derin düşünmek için oksijeni bol, bayır olsun, çimenlik olsun, dağ olsun, e bunun göz zevki de var, işin içine sakura ağaçları da girmeli, tabi uzakdoğuyu seçerim. Varsa tahminimce oralarda vardır.
He, bir de internetin, cep telefonunun olduğu yerden bilge çıkmaz, kusura bakmayın.

Sonuçta aslında, bilgelik, öğrendiklerini, bildiklerini sindirecek erdemi de gerektirir. Bu erdemin de kimseye metrobüste ya da evde bilgisayar başında otururken geleceğini sanmıyorum.

Bu kadar felsefi girişi de bu kadar laçka bağlayabilirdim zaten, ama bir şeyler çıkardığınıza inanıyorum.

Ben bu kadar çok konuştuğum sürece tüm dünyayı gezsem de, bu amcalardan biriyle birebir sohbet imkanı bulup günün birinde kendimi dağa bayıra, tarlaya ota sapa versem de, benden bilge olmaz arkadaş. Ben ikinci gün kızları, üçüncü gün tüm diğer arkadaşlarımı, bir hafta içinde de facebooktan bilumum tacizkar paylaşımlarla tüm dünyayı bilge yaparım.

En başta yola deli olmadığımı kanıtlama hedefiyle çıkmıştım ya, sanırım bu yazıdan sonra biraz yol katetmişsinizdir. Pozitife mi negatife mi, bu konuda yorum yapmayacağım. :)

Bu arada blogger beni pasifikte yaşıyor sanıyor, saati ona göre veriyor,
Kafası güzel onun da herhalde.
Finallerden sonra daha tatlı daha serin yazılarla inşallah,
Öptüm.
ÇS*12

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Size bir açıklama borçluyum..



Öncelikle,
kendi kendine konuşana deli derler arkadaş. 'E kafamın içinde bütün gün ne yapıyorum ben.' Hay canımın içi, evet kendi kendinle konuşuyorsun. Ben ne yapıyorum, o kadar çok düşünüyorum ki bir yerden sonra bunları bir yere yazmak istiyorum. Aslında elle yazmak en güzeliydi - ki tatlı küçük siyah defterime şiir karalama fantezimin kendimi gerçek bir şair gibi hissettirip tribe soktuğu bir gerçek ve hala zaman zaman devam ediyor - ama ben o kadar tembelim ki, ne zaman yazı hızımın düşünce hızıma klavye tuşlarını 'gıdıklarken' daha rahat yetişebildiğini fark ettim, defterden Microsoft Word'e tayin oldum. Microsoft canımı sıkıyor biliyor musun? Aslında severdik birbirimizi ama ben hep onu kandırıyorum, 60 günde bir sürem bitti diyor tekrar tekrar yüklüyorum.. Aşkta, sevgide kandırmaca olmaz tabi.. Birbirimizi çok üzdük, çok sıktık, ilişkimiz sallantıda.. Ben de kendime yeni heyecanlar, kelimelerimi bünyesinde tutmaktan daha çok zevk alacak araçlar arayışına düştüm.. Yollarımız ayrıldı.. Yazık.

Velhasıl kelam, bir keresinde tatlı turuncu bir kız, ki o kendini bilir ismen afişe etmeyeceğim canımın içi, demişti ki (once a wise man told me tavrına girdim, olsun, maksat bahane yaratmak) 'Sen günlük yazsan ben her gün okurum!' bak ne tatlı insanlar var dünyada değil mi? Ben de dedim ki, kukumav kuşu gibi düşünüp deli gibi kendi kendime konuşmaktansa, alenen kendimi afişe edeyim, okuyan olursa canımı yesin, olmazsa da canı sağ olsun, koyver, ölümlü dünya seni mi kıracağım yani.

Bu arada "bağla" diye buton var, bassam lafın sonunu bağlar mı acep?

Size bir açıklama borcum vardı, yarısını ödedim.

İkinci yarısına gelirsek, 'bu başlık nereden çıktı tatlım?' kısmını aydınlatmak isterim. Aslında bilen bilir, zaten okuyan da bence bilen kısım olacak ama hani senin günün şu saatinde başka işin yoktu da açtın okuduysan kalbin kırık kalmasın diye hemen sana da açıklayacağım.

Neden birbirimizi seviyoruz?
Aslında bu benim hiç yayınlanmamış kitaplarım serisinin bitmemiş nadide bir eserinin ismi yazarı tarafından bile yanlış bilinen adı oluyor. Kitabın adı "Neden Yine de Birbirimizi Seviyoruz?" ki zaten kitabın önemli tarafı o 'yine de' kısmını açıklamaya çalışması ama blogu açarken unutuverdim böyle çıktı elimden. Kitabın diğer yazılarımdan farkı tamamen benim bakış açım olması ki burada da aynını yapmayı planlıyorum. Belki oradan da seçmece bir şeyler koyarım, belli olmaz. Şiir yazsam ağlar mısınız? Dokunabilir misiniz mısralarıma ellerinizle?

He, bir de ben hep yazılarımda sizli bizli konuşurum hayalimde hangi kraliyet ailesine hitap ediyorsam. Üzerinize alınmayın yani.

Şimdi izninizle gidiyorum, odamda hareket eden herhangi bir canlı olmamasını hayal ettiğim bir tıkırtı ve canına susamış bir sivrisinek var.


İyi geceler.
ÇS*12