14 Temmuz 2014 Pazartesi

Kınama

Bu bir kınama yazısıdır.

Evet, kendimi sevgili 2014'ün başından beri tek bir satır bile yazmadığım için kınıyorum.

Yazık, bu kadar boş mu geçiyor yani 2014?

Cevap veriyorum, 
Evet.

Aslında boş geçmiyor, 
Daha düzgün söylemek gerekirse, bunca fiziki ve somut boşluğa rağmen, mantıksal ve zihinsel alemimde oldukça yoğun aydınlatıcı ve itici bir süreçteyim.

Onedio'da bunu "20'li yaşlarda olanların bileceği 375 şey" gibi başlıklar altında aratabilirsiniz. 
Duyguları ve olayları genellemeleri ve başlıklar altında derlemeleri hoşuma gidiyor.
Sonuçta fark etmeseniz de size "hepimiz aynıyız ve aynı yollardan geçiyoruz" düşüncesini çaktırmadan alttan alttan aşılıyorlar. 

Bak şimdi fark ettiniz işte.
Tüm duygularımız, ikilemlerimiz, davranışlarımız o kadar evrensel ki,
Biz ne kadar her konuda kendimizi ve düşüncelerimizi çok özel, çok doğru ve çok farklı sansak da, sonuçta bir dünya dolusu insan hepimiz %80 aynı sonuçlara varıyoruz. 

O yüzde 20'lik kısım da, okuduğunuz genellemelerde "yok canım bu hiç başıma gelmedi çok saçma" deyip atladığınız 2-3 maddeyi içeriyor. 

Hani "yok canım bu kadar da salak değilim", "abartmışlar" diyorsunuz ya, onlara tepki vermeyip sizinkileri salakça bulanlar da vardır yani.

Sadece söylüyorum.


Kınama diyordum. 
Kendimi en çok kınadığım zaman, bir milyon adet fikre sahipken hiçbirini yapmayıp boş boş filmler izlediğim süreç.

Bloga hiç yazmadığım süreç de birebir bu halimi yansıtıyor.
Size anlatabileceğim bir milyon tane fikir, gereksiz eleştri ve yorumum varken, neredeyse 7 aydır yalnızca saçma sapan filmler izliyorum.

Çok geniş bir Amerikan ısrarcı klişe filmler kültürüm oldu.
Çok mutluyum anlatamam.

Bu saçma filmleri izledikçe, Allah'ım neden oturup bir senaryo da ben yazmıyorum demekten helak oldum.

Üstelik 7 aydır oturuyorum.
E hani okul varken laga luga yapıyordum "ay hiç zamanım yok, biraz zamanım olsa neler yazacağım" diye, ne oldu sevgili benliğim?

Bu neyin tembelliği?

Üstelik en gıcık olduğum şey, yazmadıkça fikirler birikiyor,
Bu da bilgisayar başına oturduğunuzda "Allah kahretsin ben şimdi hangisini yazıcam" sonsuz çıkmazına düşmenize ve sonunda daha fazla ve daha fazla kötü, gereksiz, boş filmler izlemenize sebep oluyor.

Ha bütün bu gereksiz filmler arasında güzellerine denk gelmiyor muyum?
Bu sabahı ele alalım mesela, en büyük yardımcım sevgili Digiturk otomatik kayıt butonu - burada bence Digiturk'ten komisyon ya da ücret almalıyım - sayesinde hali hazırda kayıtta olan ve uzun zamandır izlemek istediğim "Her" filmini izledim.
Tabii ki filmin adını kafamıza göre çevirip "Aşk" yapmışız.

Bak bu bambaşka bir yazı konusu, o kadar merak ediyorum ki bu aptal isimlendirmeleri kimlerin yaptığını,
Arkadaşım o senaryoyu yazana yönetene hiç saygın yok mu,
Adam aylarca belki yıllarca düşünmüş, bir isim bulmuş kendi filmini en iyi yansıttığına inandığı,
Bir sen akıllısın çünkü kafana göre bambaşka bir isimle filmi özetleyivereceksin. 


Olmaz ki.

Benim aklıma ilk "Breakfast at Tiffany's"'i Çılgınlar Kraliçesi olarak çevirmemiz geldi mesela. 
Eternal Sunshine of Spotless Mind - Sil Baştan (oha)
Bak wikipedia'da bunun başlığı bile varmış."İthal filmlerin Türkçe adlandırılması." Okudum, tatmin etmedi.
itüsözlük'te daha bir çoğu var, açın hatırlayın gülün, kafasını sevdiklerim.

Ne anlatıyordum ben?
"Her"
Yine iyi kısaca aşk diye çevirmişiz, "Telefondaki Kadın", "Yasak Aşk", "Siber Aşıklar", "Sen Kapat Ben Arayayım Çok Yazmasın" gibi daha bir çok yaratıcı isim vererek de çeviri yapabilirlerdi...
Sağ olsunlar.

"Her"
İnsanı düşünmeye yönlendiren filmlerden gerçekten hoşlanıyorum.
Hayalgücünü sevdiklerim.
Burada tutup da spoiler vermeyeceğim, oturup kendiniz izleyin ama, kısacası film karısından ayrılan bir adamın toparlanma sürecinde yeni bir yazılıma sahip bir yapay zeka ile - hissedebilen, yorumlayabilen ve sezebilen - yaşadığı ilişkiyi anlatıyor.

Belli bir zaman vermemeleri hoşuma giden ilk detay, örneğin daha filmin en başına kafam gibi yapıştırıyorlar ya "2148 yılı, TOKYO" falan diye, sanki gelecekten bir tarih vermese biz uçan arabalardan çakmayacağız gelecekte geçtiğini.. 
Burda tarih vermemelerinin sebebi bence büyük bir ihtimalle yakın bir geleceği anlatıyor olması.
Filmde gerçekten 10 yıl 15 yıl sonrasına yönelik güzel tahminler var,
Zaten filmlerle ilgili en çok sevdiğim özellik de bu, zamanla gerçekleşebilir olmaları, yani torunlarımız eski filmlere bakıp uçan arabalar gördüklerine "vay anasını adam nasıl da hayal edebilmiş" diyecekler, biliyorum. 

Bu filmde uçan araba falan yok ya, öyle bir izlenim bıraktım resmen.
Yalnızca giderek yalnızlaşmış teknolojiyle yersiz derecede iç içe geçmiş, bireyselliğin fazlaca benimsemiş bir toplum resmi var ki bu benim de beklediğim bir yakın gelecek, belki de bu yüzden çok gerçekçi buldum.

İkinci sevdiğim basit detay kıyafetler,
Gelecekte geçen klişe ya da ütopik filmlerdeki abuk subuk kostümler, makyajlara yer verilmemiş, aksine şu günde de olduğu gibi bir geriye dönüş var kostümlerde, sanki 90larda gibiler, başrolün tatlı afişteki tipini görmüşsünüzdür mutlaka. Güzel bir öngörü olmuş bence, evet moda daima geri dönüşler sergileyecek, artık daha çılgın daha farklı bir yöne gitmiyoruz yani, olabilecek en iyi ilerleme, kumaşların nefes alabilir olması incelmesi gibi teknik detaylar olacak bence, tasarımlar çılgınlaşsa da giyilebilir olacaklarını öngörmüyorum...

Şimdi buraya beğendiğim diğer detayları yazsam sizin için filmi mahvedeceğim ve sizi yönlendireceğim gibi hissediyorum,
İyisi mi siz izleyip kendi deneyiminizi yaşayın.


Dünya üzerindeki yaratıcı, hayalgücü geniş insanlar bana umut ve neşe veriyor.

Bu kadar çirkinliğin arasında güzel duygular ve fikirler de var yani...


Her neyse yine başladım tatavaya. 

Her zamanki gibi konuyu başladığım yerden bambaşka bir yerde bitirdim.
Ve hatta bitirmeyip daha saatlerce saçmalayasım var, ancak bir yerde bitirmeliyim ki yarım bıraktığım romanımı yazmayı sürdürebileyim...

Burada bir mecaz falan kullanmadım, gerçekten yazmaya çalıştığım romanlar silsilesine bir dönüş yapmalıyım ki belki bir ilhamla 5-10 sayfa yazabilirim.
Hiçbiriniz hiçbir zaman okumayacak olsanız da :)

Şöyle bir geri döndüm de pek de uzun olmamış yahu, 
Bir dahakine daha uzun yazarım söz,
Öptüm,

İyi tatiller canlarım...
ÇS*14

15 Kasım 2013 Cuma

Gereksiz Düşünceler Bulutu Sosyal Medya, (Ya da Bu Amaçla Başlayıp Başka Şeyler Anlatmış Olabilirim..)


Havaya konuşuyoruz.

Sanırım yeni yüzyılın psikolojik bozukluğu bu olsa gerek, twitter, facebook, youtube, blogger, başka bir sürü paylaşım zımbırtısı, dışarıdan bakarsak aslında hepimiz delirmişiz.


Kendi kendine konuşana deli derler.

Bir dakika durup da bakınca, biz ne yapıyoruz acaba?
Kendi kendimize tüm gün konuşuyoruz,
Bilgisayarı ya da telefonu bir çeşit dış beyne çevirdik farkında mısınız?

Bizim için anılarımızı fotoğraf formatında saklıyorlar, aklımıza gelen saçma bir şey varsa hemen herkese ilan ediyoruz, bilgi birikimimiz, yaratıcılığımız, hepsi bunlarda kayıtlı.. 

Akıllı telefon ismini kim düşündüyse, çok acaip düşünmüş arkadaş..
Telefon ne yazık ki pek çoğumuzdan akıllı.. 


Şimdi burada oturup teknolojiyi en başından eleştirmeyeceğim ama, 
Şu kendi kendine konuşma mevzuuna ciddi taktım sanırım,
Şuan tam da yaptığım bu aslında ama yine de bloglar en azından - kimse okumasa da, hiçbir kural kaideye uymasa da - köşe yazısı, deneme gibi düşünülebilir, e tüm yazarlar biraz delidir değil mi?


Ama şu twitter mevzu çok acaip..

Gerçekten birbirimizin ne düşündüğünü merak ediyor muyuz?

Ya da düşündüğümüz her şey gerçekten kaydedip herkese - belki bir ihtimal okuyacak herkese - söyleyecek kadar değerli mi?

İnsanın kendine var olduğunu kanıtlama çabasının 2013 uyarlaması olduğuna kanaat getirdim tam da şuan..


Ne demiş Descartes, "Düşünüyorum, öyleyse varım."
İlla adamı bunu söylediğine pişman edeceğiz değil mi?


Herkes düşünüyor.

Düşünüyorlar ve varlar, varlar ve bir iz bırakma çabasındalar, hiçbir iz bırakamadıkça bırakacakları her izin çok önemli olduğuna inanmaya başlıyorlar, yaptıkları her şeyi anlatırlarsa önem kazanacağını düşünmeye başlıyorlar, çünkü aramızdan kimse gerçekten önemli bir şey yapmıyor..

Peki önemli bir şey yapan bir kaç nadir insan?

Onların bir kısmı kimin duyacağını hiç önemsemiyor, bir kısmı ise takdir istiyor aynı yolla..

Ama bu çok nadir, çünkü Ayşegül'ün alışverişte hayatının ayakkabısını bulması, daha lisedeyken katıldığı evrensel yarışmada ödül alan gencin fikirlerinden daha önemli.. 



Bu noktada duruyorum.
Çünkü iki çok zıt örnek vermek çok klişe.
Klişeden kasıt doğru olmadığı değil, ama bunu o kadar çok duydunuz ki artık önemsemiyorsunuz, size komik ve sıradan geliyor. 


Bize her şeyi sıradan göstermeye çalışıyorlar.

Çocuk tecavüzleri, dayak yiyen kadınlar, terörizm yüzünden ölen askerler ve siviller, 
Bunları okuduğumuzda şöyle bir "vah vah" deyip geçiyoruz değil mi?
Bu konuyla ilgili herhangi bir şey yapanımız yok.

Ben de dahil.
Hatta belki ben bu hiçbir şey yapmayanların bayrağını taşıyorumdur. 
Bayrağı taşımayı hak ediyorum çünkü bu sonuçlara varabilecek bir kafa yapısı ve bilgiye sahipken bunları sadece dile getirip "keşke" demekle yetiniyorum.

Hoşlandığı kişinin ne düşündüğünü daha çok önemseyen bir milyon tane insan var.

Yarınla ilgili tek endişemiz ya giyeceğimiz kıyafet, ya da maçın sonucu oluyor genelde. 


Baktığım zaman, dünyaya belki bir şey katabilirim diye düşünen kaç kişi var merak ediyorum.. 
Bak ben onlardan biriyim, en azından..

Etrafıma bakıyorum.
Gündemde bir kadının başörtüsü takması, yok bir erkekle aynı evde yaşaması, yok kaç çocuk doğuracağı, bunları nasıl doğuracağı tartışılıyor.

2013 senesindeyiz.
Artık bunu aşın, kadın ve erkek, eşit ve özgür.
Artık bunu bir sindirin. 


Gerçekten bir memleketin yöneticilerinin ilgilenmesi gereken konu bu mu?
Ya da bir milletin tek sorunu bu mu?

Bu memleketin tek sorunu dedikodu.
Yan komşunun kızı ne giymiş. Kimle gezmiş.
Tüm kaygımız bu.

Bu memlekette değil ülkesine, kendine bile bir hayrı olmayan milyonlarca insan var. 

Ve bu insanları eğitmek, yol göstermek gibi bir endişesi olmayan başka insanlar var. 
Endişeli olan ancak ellerinden bir şey gelmeyen insanlar var.
Elinde her türlü güç olan ama o insanların o cahillikte kalmasını isteyen insanlar var.


Ve bunların ortasında karnım ve koynum dolsun gerisi beni ilgilendirmez diyen büyük bir kitle var.

Kocalarının arkasına saklanmak hoşlarına giden kadınlar var.
2.sınıf insan olmak isteyenler..
Ancak bu bambaşka bir başlık, burada harcamayacağım..


Hani hepimiz çok düşünüyoruz ya, nerede bu düşünceler.

Düşün ve havaya bırak, düşün ve havaya bırak..
Belki birisi okur kaygımız kadar dünya kaygımız, yarın kaygımız olsa, bambaşka bir yerde olabiliriz belki..

Kendimi bu saçma şeylerle uğraşırken buluyorum.
Bir videonun altına yorum yazıp, hiç tanımadığım birileri beğenirse ya da cevaplarsa sevinebiliyorum.

Bu neyin kafası?
Hepimiz, dünyaca, büyük bir bunalımdayız.

Yazı duyguları en kolay anlatma yoludur.
Çünkü karşınızdaki kişinin yüzünü görmezsiniz, küçük düşme gibi bir riskiniz yoktur, ya da o sözleri yazarken yanaklarınızın kızardığını, üstünüzün başınızın dağınık olduğunu kimse görmez. Herhangi bir etkileşime girmeden işin içinden çıkarsınız.

Ne büyük depresyon, düşüncelerimizi sesli söyleyememek. 

Gerçekten bakanların, devlet adamlarının "twitter"dan açıklamalar yapmalarına bir tek ben mi takığım?
İnanılmaz.


Şimdi oturup "sosyal medya"  üzerine psikolojik bir araştırma yapan birileri var mı diye araştıracağım.
Ya da oturup vizelerime çalışabilirim değil mi?

Sizi sizle başbaşa bırakmadan önce son bir şey söyleyeceğim..

Şu dünyada gerçek anlamda tekil olarak hiçbir anlamımız yok, değersiz toz parçalarıyız, bugün ne yaptığımız ya da yapmadığımız kimsenin umurunda değil, gerçekten bir şeyler yapmak "varım" demek istiyorsanız çoğul düşünmeye başlamanız lazım..

Peki nereden başlamalı?
Onu siz "düşünün"..


Söz bir dahaki yazım daha neşeli olacak.. 
Öptüm.
ÇS*13

25 Ekim 2013 Cuma

Kahrolsun Dizi Sektörü, Yaşasın Tam Bağımsız Yaratıcılık, Çok Politik Oldu Başlık..


Sinirliyim.

Her şeyden önce yalakaların dik alası, satılmışların hası TRT'ye sinirliyim.

Yayınladığı absürt gereksiz dizilerden, hayatım boyunca kalitelerinde bir adım ileri gidememiş olmalarından, belgesellerinin, sabah öğle akşam programlarının sıkıcı olmasından, haberlerinin taraflı olmasından dolayı değil;
Türk televizyon tarihinin en orijinal dizisine,- bak dizilerinden biri demiyorum, dizisi diyorum, çünkü tek -
Ev sahipliği yaparken, politik görüş ayrılığı sebebiyle ekibini b.k gibi ortada bıraktıkları sevgili dizimiz,
Leyla ile Mecnun'un,
Adam gibi bir finalini izleyemediğim için,
TRT'ye sinirliyim.

Ne oldu, 2 dakikalık bir final izledim.
Ne oldu, 2 dakikalık, k.çı kırık, son anda uydurulmuş bir final izledim.

He "baştan beri öyle düşünmüştüm ben" diyorsa senaristi yine bir derece eyvallah,
Hayal gücün sağ olsun, derim ama
Hiç de öyle gelmedi be arkadaş,
Bildiğin dizi bitecek dediklerinden 3 hafta sonra aklına gelmiş bu
Evde televizyon izlerken.

Neden,
Çünkü televizyon bir boş kutu.

Türk dizilerine bakıyorum.

Aslında bu yazıyı son bir kaç haftadır aklımda sürekli yazıyorum bak.
Yakınlar bilir, bozuk plak gibi aynı şeyleri onlara kırk kere söyledim, yakın bir zaman zarfında...
Ama dile getirmem için en sevdiğim, belki de tek sevdiğim diziden bir darbe yemem lazımmış.


Türk dizilerine bakıyorum.

Hepsi birbirinin birebir aynısı,
Temelde 5 çeşit dizimiz var,
Töre dizileri, gençlik dizileri, komedi dizileri, çarpma çurpma diziler ve uyarlama diziler.

Töre dizilerinin senaryosu şekildedir:

Ailenin büyük erkek çocuğu şehirde okumuştur, şehirli bir sevgilisi vardır, ancak kendi memleketinde bir de kuması/yavuklusu/ona yamamaya çalıştıkları herhangi bir yerli kız vardır. Ailesi "şeherli" kızı hiç istemezler. Kan davası vardır. Kötü adam ailenin cılkını çıkarır. Şehirli kız başta köyü pis kötü kaka bulsa da inanılmaz bir şekilde köy hayatına alışır ve mekanı sahiplenir. Hanım ağa olur. Dizi biter.

En az 3 tecavüz, 2 gayrı meşru çocuk, sezon sayısıyla doğru orantılı ölü de cabası.


Gençlik dizileri şu şekildedir.

Bir grup itici lise/üniversite öğrencisi vardır.
Bunların özel okullu olanları mutlaka züppe, kötü ve haysiyetsizdir.
Devlet okulunda okuyanlar ise, mert, namuslu ve masumdur.
Kız fakirse oğlan mutlaka zengindir, oğlan fakirse kız zengin olmalı ki kültür farkı olsun.
Kızın mutlaka iki arkadaşı vardır, biri süzme aptaldır, diğeri de ya tuhaf giyinmelidir ya şişman olmalıdır.
Erkeğin kankası mutlaka asıl kıza yazar.
Kötü kız mutlaka sarışındır. Aptaldır. Yapışkandır. Dizinin sonunda yumuşar pamuk şekeri gibi olur.
Dizinin olmazsa olması sınıfta bir gerizekalı, şakacı erkek karakteridir. Bir de sıkıntı yaratan, tuhaf talepleri olan hoca mutlaka bulunmalıdır.

Bu diziyi en az 120 kere izlediniz.



Komedi dizileri derken,

Bu yukarıda bahsettiğim gençlik dizilerini izninizle komedi dizilerinden ayırıyorum,
Çünkü klişe olmayan komedi, Türk dizilerinin en başarılı olduğu kategoridir.
Gülse Birsel'e özel teşekkürlerimi ve öpücüklerimi yolluyorum.


Gelelim çarpma çurpma dizilere,

Bunlar orijinal dizilermiş gibi gözükürler,
Daha fragmanlarından anlarsınız bu işte bir Amerikanlık olduğunu,
Gereksiz aksiyon sahneleri, bilişim uzmanı karakterler,
Zeka oyunları,
Bunlar bize göre işler değil, nedense.

Zekasıyla övünen toplum biz değil miydik?
Dandirik bir diziyi bile anca çalarak yazabiliyorsak...



Ve son olarak uyarlama diziler,

Bu başlık altında yazarken bile sinirleniyorum.
Her şeyi 90 sayfalık kitabı alıp sakız gibi çeke çeke uzatıp
10 sezonluk hikaye çıkaran, çıkartmaya çalışan, çıkarttığını sanan
Sevgili Yaprak Dökümü senaristi başlattı.


Sonra ardı arkası kesilmedi;
Hayır keşke gerçekten kitaplara bağlı kalarak yazsanız.
Hani belki o kitapları okumayan halkım da nasiplenir değil mi?
Yok illa bir ekstra entrika, kötü karakter, tecavüz yamayacağız, işin şanı bu.

Bu başlıkta da sadece Aşk-ı Memnu'yu ayrı tutuyorum,
Çünkü onlar türün diğer örnekleri arasında kitaba en çok bağlı giden senaryoya sahiptiler.
Tabi buna "müstehcen" bulunması sebebiyle dizinin erken bitirilmiş olması da sebep olmuş olabilir.

4 programın 5'inde tecavüz, birbirine atlama, hepsini geç elektrik akımlı evlilik programları varken, araya yastık koymadılar mı diye endişelenip "yeğen yengeye atlamasın" diyerek Aşk-ı Memnu'yu bitirdiler ya..
Selam olsun.


Gerçekten emek verenler alınmasın;
Dizi senaristliği ne kolay işmiş değil mi arkadaş?
Seç yukarıdakilerden birini, her kanalla anlaşabilirsin,
Çünkü yapım sahipleri kısa süreli hafıza kaybı hastalığına sahip olacaklar ki;
"Ulan bu senaryo da bir yerden tanıdık geliyor ha."
Demeyip, her geleni çekiçekiveriyorlar kanallarına.


Kaçtır düşünüyorum,
Üç kuruş fazladan zamanım olsa,
Şöyle adam gibi bir senaryo yazsam,
Uyduruk Amerikalılardan ne'miz eksik, evrensel olsa yürüse..

Nerde..
Kırk yılda bir orijinal yazanı da kanaldan atıyorlar, gördük,
Reytingleri düşüktü dediler bir de utanmadan,
Sanki diğer programlarından gözlerimizi alamıyoruz.

Gelişime açık değiliz,
Değişime açık değiliz,
Fikirlere hiç açık değiliz, sıfır.

Sanırım sırf bu yüzden 127 yıldır aynı dizileri çevir çevir izleyip duruyoruz.
Ha üstelik artık ne güldürüyor, ne ağlatıyorlar.

Sana karşı duygumu tükettim be televizyon.

Bu akşam tükettim bak.
Adam kalktı,
Sevgili Burak Aksak;
Seninle ne bir tanışıklığım var, ne bir çay içmişliğim değil mi?
Ama ne derler " severek izliyoruz",
Ha yine izleyeceğim, bir bölümde kestirip atmam, harcamam yetenekleri,
Ama ne yaptın be ciğerim.

Lisede yazdığım 4 hikayeden 5inin sonu "çocuk aslında komadaydı" diye bitiyor.

Yakıştı mı evladım sana,
Onca yıldır klişe klişe diye dalga geçtiğin şakalara,
Farklı duruşuna,
Absürt komedi anlayışına ve durup dururken bizi salya sümük ağlatışına,
Yakıştı mı?
Keşke hiç göstermeseydin sonunu da biz kendi hayal gücümüzle bağlasaydık,
Herkes kafasında istediği gibi bitirseydi Leyla ile Mecnun'u,
Herkes kendi finalini yazsaydı..

Ama sen de haklısın,
Tuttu mu, tutmuş.
Açtım baktım twitter'a,

-Ki twitter'a ayrı tepkiliyim, hiç sevmiyorum, zaten de kullanmıyorum, gezi olayları zamanında açtığım bir hesabım var sadece olanı biteni takip etmek için, twitter zaten de bir tek o zaman işe yaradı -

Anam, herkes beğenmiş
"Göz yaşlarımız sel oldu yüzüyoruz."lar,
"Ne yaptınız yine böyle, oldu mu şimdi"ler,
"Ağzımıza ettiniz yine iyisiniz"ler,
Lar,
Ler,

Eee?
Hani nerede yıllarca sizinle beraber klişelere gülen seyirciniz?

Ki ben de onlardan biriyim.

İnanın, o iki dakikalık final anlatımı bitene kadar yarı gülümseyerek izledim
"Hadi oradan böyle final mi olur, neamiş Mecnun aslında yatalakmış, hadi be oradan, LM bitmez."
Diyeceksiniz, ben de kopacağım, "Bak yine ters köşe yaptılar." diyeceğim diye.

Cıks.

Olmadı.

Belki ben gıcığımdır.
Ama bir şekilde belki bir paralel evrende bu yazıdan birinin haberi olursa,
Bir dost olarak söylemek isterim ki,
ÇOK KLİŞEYDİ.

Tüm Ben de Özledim kadrosunu öpüyorum, yeni işlerinde başarılar diliyorum ama.
Orası ayrı.


Velhasıl kelam,
Artık lafı bir şekilde toplamalıyım, Türkçesi,

Türk dizi sektöründen nefret ediyorum.
Dizilerin 1.5, 2 hatta 3 saat olmasından nefret ediyorum.

Ne arkadaş bu film mi?
Her hafta bir film yazacak yaratıcılığa hanginiz sahip Allah aşkına?

O yüzden tüm işler bu kadar ucuz, bu kadar birbirinin aynısı oluyor.

Bak Amerikalının 20 dakikalık dizisi bile bir hafta güldürüyorsa ikinci hafta güldürmeyebiliyor.
Normal, insan bu, her hafta komik, her hafta orijinal, her hafta dramatik olamaz.

Ancak en azından oyunculukları iyi,
Senaryo farklı,
Değişik bir hayata bakmanızı sağlıyor,
Kendi hayatınızdan sıkıntınızdan sizi kısa süreli de olsa çıkarıyor diye,
Şans verip izliyorsunuz..

Biraz seçici olmayı öğrenmeli,
Televizyondaki her şey b.ktan mı, izleme arkadaş, otur oku, kendin üret,
Protesto et.

Koca bulmak için televizyon programlarından medet arama.
Dışarı çık, birileriyle tanışırsın belki.

Sanki kan yoluyla bağlanmışsın televizyona,
Kırk yıllık ahçısın yemek yapmayı televizyondan öğreniyorsun,
Biraz yaratıcılığını keşfet,
Başkalarının hayatlarını, entrikalarını yaşama,

Osmanlı'da da değiliz burası Türkiye Cumhuriyeti,
Sen  de Hürrem değilsin.
Sülüman hiç değilsin.
Bunu artık bir belle.

Fark et.



Peki ben ne yapacağım şimdi,
7 dizilik haftalık maratonuma oturacağım.
Evet bunca lafı ettikten sonra..
Ben de insanım.

Yine de eleştirimde birazcık hak verin diye isimlerini veriyorum dizilerimin,
Hani en azından hepsi birbirinden farklı sevgili dizi sektörü:
Ha bak ben bunlar şahane yaşasın Amerika falan da demiyorum,
Sadece üzülüyorum, şu kadar basit düşünüp, şu sıraladıklarımı üretemeyecek kadar yaratıcı değil miyiz diye..
1) American Horror Story
2) How I Met Your Mother
3)New Girl
4) Bates Motel
5) The Big Bang Theory
6) Supernatural
7) Breaking Bad


Evet bir gün zamanım olursa dizi yazacağım.
Kötü olursa izlemezsiniz, ama güzel bir jenerik müziği koyarım yine de, en azından onu indirirsiniz, olur mu?

Öptüm yıllar sonra,
İyi geceler..

ÇS*13

1 Ağustos 2013 Perşembe

Kıtır..


Kimin daha haklı olduğu tartışılası bir konu değil.
Öncelikle bunu bir kenara not düşün de, sonrasında anlaşmazlık olmasın.


Kesin olarak anlaşamayacağımız, kesin.

Israrcı insanlara hiçbir zaman anlam verememişimdir.
Onlara anlam veremedikçe onlardan biri olup çıktığım oluyor. Öyle zamanlarda beni ya can kulağıyla dinleyin, ya da baştan fikrinizi söyleyin ki, tartışmayalım.

Kimsenin fikrini değiştiremezsiniz.

Herkesin fikri doğrudur.
Herkesin fikri yanlıştır.


Sizi daha çok düşüncelere boğmadan, yine bir kendi yüzüme tüküresim geldi.
Sol kolondaki utanç tablosuna bakın.
2013te toplam 6 yazı mı?

Evet, kıyamet gelecek dediklerinde burun kıvırdınız.
Al işte.


Bu gece nereden esti yazmak peki?

Aşk fena şey.


Aşktan fenası da var gerçi.
Ancak işin kökenine indiniz mi, öyle ya da böyle, iyi ya da kötü, bir yerinden aşk çıkıyor.
Duygunun yoğunlaştığı en küçük yapıtaşı gibi bir şey.

Duygunun kökeni.

Duygumuz olmasa robot olurduk ama bak.
Duygularınızı sevin o yüzden, bak adamlar her şeyin yapayını yaptılar da, şu duyguları hala yoktan var edemediler.

Tuhaf.



Bir şey söyleyeyim mi?
Vaz geçtim, yazmıyorum.

Merak,
Aşktan beteri var demedim mi?

Size anlatmak istediğim bir milyon şey birikti yine.
Size anlatmak istemeyeceğim bir sürü düşüncem var.
Anlatsam bile çözemeyeceğiniz çok mesele var.

Aslında hiçbir mesele yok temelde.
Aslında her şey apaçık ortada.

Nasıl düşünmek isterseniz öyle,
Nasıl kandırılmak istediğiniz, size kalmış.


Bu gece bu kadar dolambaçlı konuşmaktansa oturup iki kadeh bir şeyler içmeyi de isterim.
Dinleyip duymamak size kalmış.

İyi geceler sevgililer,
Daha çok yazabilmek dileğiyle,
Öpüldünüz..
ÇS*13




1 Haziran 2013 Cumartesi

Occupy Gezi! Diren Gezi Parkı!


I stop telling fairytales, I stop writing in Turkish for today.

Because today, we need you, we need every single person's belief and support all around the world to stop bullying and limitating regime in Turkey.


You may not know, also some Turkey citizen also may not know - because media kept on telling fairytales last night - but last night Turkish people, stand againts tear bombs and compressed water attacks from the police to defend their rights to keep the single green area that left in the center of Istanbul, which the prime minister stated "If we want to destroy it, we destroy it." about, Taksim Gezi Parkı. Today I'll write about, what happened last night, what is shown on the television, and how Turkish people become one heart to support their right for freedom. If you want to support us, you can join the protests in your country and use hashtag #direngaziparkı or #occupygezi to read further and support the protest.


I am ashamed to stay at home at these days and proud of all of my friends that have been in Taksim, yesterday and will be there today, tomorrow and until it stops.

If we're gonna win this thing, it will be with the help of social media - since our media does not support its own citizens - so I'm writing this down to make even one more person to know whats really happening.





First, how it is started..

Taksim is the center of social life in Istanbul, by social life I dont mean malls of course, but hundreds of cafes, restaurants and pubs where people can actually be "social". Also Taksim Square is the center and symbol of protests and  gathering for all kinds of rights. This annoyed the government so much that they came with a "big" project for Taksim to literally change every square of it, in order to make it more "convenient" for pedestrians. So they started to dig Taksim and closed half of it to transportation, to actually stop people coming to Taksim. However, they couldn't manage to stop people, of course.

AN interesting part of the project was to rebuild a Military barrack which is destroyed in 1940 and turned into a park, Taksim Gezi Park. In order to rebuild the barrack and make it a mall, like we need another - there are more than 90 malls in İstanbul - they need to cut down the trees and destroy the park, the only green place left in Taksim, Beyoğlu. So people react this decision which is not even asked to the citizens, and gather at the Gezi Park 4 days ago, build tents, started reading books together, planted trees to the place as a protest. The protest was in peace because the protesters was regular citizens who want their right to save the green, not militans or betrayers, but friends whom gather around with discarding all their different sides from eachother, whether they are Turkish, Kurdish, Armenian, conservative, modernist or communist or anything else..



As I stated before, the prime minister said, at the ceremony of starting the third brigde of Istanbul project, which will also end of cutting hundreds of trees, "They can do whatever they want, if we said we're gonna do that, we will do that."

Yes, the protest was at peace, until yesterday, at 5 am, when the protesters were mostly sleeping in their tents, Turkish police have attacked the unarmed citizens in Gezi Park, with thousands of tear gasses, compressed water and sticks. Thats actually when Turkey woke up from a ten year of sleeping.

Whoever that have the courage and opportunity to go to Taksim literally walked to Taksim to support the protesters. In a couple of hours, that considerable little group of people become hundreds and thousands. They should foresight this number before that the police did not run out of tear bombs, some said they actually imported that bombs before this attack. THE POLICE, which sould defend its citizens, ATTACKED its own people who does not have any weapons and shoot the tear gas and bombs right into their faces like they were terrorists.






They thought this attack would stop the protesters, because they hurt, they were lonely and no media was giving any news about Taksim. However, they did not consider one thing, that Turkish people had conquered İstanbul by themselves, same Turkish people had made a war to gain their freedom just 90 years ago. Groups walked to Taksim, friends, families walked to Taksim, to gain their rights to have a voice over their country which they actually conquered twice and to show the government that their job is not to rule the country as if its theirs but to be the voice of the citizens and obey them.

Football team fans who can literally kill eachother if they had a chance even gather all together to defend the honour and freedom of the citizens, arm in arm, all in peace. Girls with turban supported girls without turban, whom actually are friends and sisters of them, arm in arm. Nobody asked "where are you from" to any body. Media and government tried to show these things as the biggest problem of Turkey however, it was not, as we saw last night.

But we did not saw it on television, thats how even I can estimate half of Turkey even could not learn what happened and is happening in Taksim. This is what we saw in Turkish television last night:



This is what was happening at right that time:







Media kept its silence but Turkish people keep on SCREAMING FOR HELP AND SUPPORT on twitter. They blocked the 3G internet, other people open their Wifi's to everyone to help the protesters make live broadcast from the clash scene.
They sent thousands of tear bombs on people, but doctors published their phones to internet to help people, lawyers get into action to help the arrested protesters, tradesmen open their cafes to people to drink water, to hide from the police and big hotels in Taksim also opened their doors for injured people.

And do you know what the governor of İstanbul said about the situation? "There are 12 injured people."  Does anyone can really believe that?

I hope not, and it seemed not. Because thousands of people joined this protest all over the Turkey under the name of "Diren Gezi" and also people all over the world joined this protest when they heard about it.

There are police support coming from close provinces to help the police, while there are HUNDREDS OF CITIZENS, GET INTO BUSSES RIGHT THAT MOMENT AND ARE ON THEIR WAY TO ISTANBUL.

Today, early in the morning, Asian side of İstanbul WALKED to Europian side




.
Do you ever see this number of people walking for freedom?
This is hope for future.

So join us, join to spread the news to the World, join to say that, we are all free, we will not obey the ridiculous rules of Governments.


They banned our National Indepence Day celebrations, they banned National Sovereignty and Childrens day, they banned all national celebrations and protest, they even attacked to take our flags from our hands. This should stop.

The police CAN NOT ATTACK UNARMED PEOPLE, they should DEFEND THEM.
I am proudly saying that in some provinces police explained that they will not attack nor stop people from protesting. But shamefully in most of our provinces its the opposite.


This is what I can tell so far, I know I missed many parts of the tragedy of last night and the glourious resistance of Turkish people, this is shamefully what I can do so far.
For more, please visit : http://occupygezipics.tumblr.com/
or follow: https://twitter.com/GeziDiren
or support with: #direngaziparki , #occupygezi


 




ÇS*13

20 Nisan 2013 Cumartesi

Büyükmüş Londra Meselesi, 3: Yaban Çakalı..


Öncelikle Yandex Rusya'sını kullanan blogumdan tam olarak ne anladıklarını kestiremediğim ama blogu çılgınca ziyaret eden Rus kardeşlerimi, ve/ve ya Rusya'da yaşayan keyiflerinin tıkırında olduğunu düşündüğüm Türk kardeşlerimi, bloga olan ilgilerinden ötürü tebrik ediyor, hepsini öpüyorum.

Davay davay can Oksana.


Bu kısa ilişikten sonra mevzuumuza geri dönüyorum,
Ne diyorduk..
Londra..


Neden 5er ay arayla yazabildiğimi sorgulamayın artık,
Son sınıfız şurada değil mi,
Haliyle zibilyon tane işle uğraşıyorum,
Ha, "Hadi canım oradan, sabah akşam Facebook'tasın görüyoruz artistik yapmanın anlamı yok." gibi çıkışlar yapmayın, her halde ot gibi ders çalışıyorum demiyorum,
Hayatımın hangi döneminde öyle yapabildim ki zaten,
Sadece size iki şakalı yazı yazmak için kafamı toplayacak, neşelenecek zaman bulamayabiliyorum..

Neyse,
Amma açıklattınız he..

Londra..
İkinci ve üçüncü günü beraber anlatıp biraz işleri hızlandırsam diyorum ama,
Çenem bir açılınca kapanmıyor ki,
Her ayrıntıyı vereyim istiyorum,
Sapık mıyım acaba..


30 Ocak 2013 - Bloomsbury, Londra

Bir önceki günün teknik sıkıntılardan dolayı elenmesinden sonra 2. güne 8-9 maddelik çılgın bir planla başladık.
Çılgın diyorum,
Çılgın işler yapacağımız ya da yaptığımız için değil,
O kadar gezilecek yeri bir güne sığdırmaya çalıştığımız için,
Elimizde haritalar, bu kez kahvaltıyı Starbucks'a bırakarak çıktık yola..


Starbucks'ın şu kupaya isim yazma fantezisi yok mu..
Hostelimizin hemen yakınında, British Museum'um karşısındaki Starbucks'ta çalışan sevgili zenci kardeşimizi çabasından ötürü takdir ediyorum..
Ve Zeynep'le beraber yeni isimlerimizi takdim ediyorum..



Evet, bundan sonra, Çiçek ve Zeynep değil, Love ve ZanHab'ız.
Olabilir tabi, iyi niyetine sağlık.

- Whats your name?
- Çiçek
- Ok, Love.

En güzeli, Zeynep'i yazmaya çalışması bence,
Genel olarak Zeynep daha yaygın bir isim olduğu için, ertesi gün de gelişimizde daha az yadırgandı, ben yine mükemmel bir şekilde yazıldım, ona da sonra geleceğim..


İlk günki loserlığımızdan sonra, yardımsever ve turistsever kasiyerler görmek, güzel bir kahvaltı etmek,
Dışarda hafif hafif yağmur yağması ve en güzeli de,
Zeynep'in keyfinin çok yerinde olması,
Pahabiçilemezdi..

Bir günden daha fazla ne bekleyebilirim ki..

Bir dakika Yavuz'un bana bir sürprizi vardı değil mi?!
Düşünmemeye çalışmak en iyisi çünkü ben gergin bir insanım,
Bu çocuk tek başına ne yapacak, biz dönünce ne yer ne içer, nereye gider derdini kime sorar..
Hişşşşş.


İlk durağımız olarak yola çıkmadan bir gün önce Londra kitapçığında gezilecek yerlere bakınırken,
"BU TAM ZEYNEP'lik" diyerek Zeynep'i mesajladığım,
Sonuçta bir an önce gitmek için delirdiği,
Hafif gergin, çokça psikopat müze,
Hunterian Museum'a gittik..



Kişisel gizli çekimimi görüyorsunuz, evet o gördüğünüz raflardaki şeyler, kavanoza konulmuş bilumum hayvan, insan parçaları, kemikleri, ya da kendileri, organları, etc.

Alt katta normal parçalar,
Üst katta hastalık hastalık ayrılmış raflarda aynı hastalığa sahip bilumum organ..

Trajediyi şöyle anlatayım,
Kızamıktan ölmüş bir çocuğun kızamıklı derisini yansıtmak adına yüzünün üst kısmının derisi kavanozların birinde gerilmiş halde kirpikleri üstünde duruyordu.

Evet buraya güle oynaya gittik.
Evet, tuhafız biz,
Ama ne yapalım, hep biyoloji sevgisinden bunlar..

Ya da..


Böyle bir sevinç hali de var tabi..



O gün psikopatlığımız tuttu, mekanlardan çıktıkça saati not ettik.
Deliyiz ya biz, ama tatlıyız bak.

Bir sonraki adres;
Lincoln's Inn..

Tahminen turist olup da o mekanı gezmeye gelen tek insan evlatları bizdik.

Şöyle ki, mekan bildiğiniz avukatlık hanı,
Ama han derken tek bir binaya sıkışmış loser bi mekan hayal etmeyin,
Binalar bütünü, bilimum güzel mekanlar kompleksi diyelim,
Hatta Hogwarts.

İçeri girdik,
Tek turist biziz derken şaka yapmadım,
Hangi yayınevinin kitabını aldıysak,
Arkadaş Londra'nın yereli olsa gerek,
Baya bu da bizim yan sokak tarzı ne var ne yok yazmış,
Biz de bu ilçede şura varmış, e görelim, havasında olduğumuzdan,
Kendimizi bilumum takım elbiseli ciddi insan grubunun ortasında bulduk..

"Members only" havalı kütüphanenin önünde şapşal videolar çekerken
Japon kardeşimizin kopmasına bile sebep olduk.

Öyle bir yersiz neşe.

İçeriyi güzelce belledikten sonra, hırsımızı alamayıp kapıdaki amcalara yöneliyoruz,
Tamam binalar güzel de, birinin de içine girelim değil mi?

Amcaaa, herhangi birinin içine girebilir miyiz?
HAYIR.

Oldu o zaman.
Bir kısım İngiliz gerçekten yabancılardan hoşlanmıyorlar, bir diğer kısmıysa gayet tatlı ve cana yakın.

Arkadan gelen amca, Şapel'e girebilirsiniz diyor.

Komik kısmı, Şapel nerede bilmiyoruz, az önce altındaki otoparkı çektiğim binaymış meğer.
Biraz şapşal mıyız acaba?



Ama otoparkı şahane değil mi?

Temple Church, üçüncü adres..
Eskiden beleş olan sevgili mekanımız, Da Vinci'nin Şifresi filminde boy gösterdikten sonra sağ olsun 4 pound olmuş. Şanslı ki paralı olarak girdiğimiz ilk mekandı, düşünmeden verdik parasını..

4 pound nedir ki diyeceksiniz,
Ama mekan 20 metre kare arkadaş, tabi insan bir düşünmüyor değil..
Güzeldi bak, hakkını verelim..

12. yüzyıldan kalma şövalye mezarı vardı bak,
Güzelmiş değil mi?





Bir de Shakespeare'in 12. Gece Oyununun prömiyeri Temple Church'te yapılmış,
Dahası var mı?
Gidip 4 pound daha atasım geldi.






Temple sonrası tabii ki Zep acıkıyor, fotoğrafını koymamış olsam, büyük ihtimalle obez olduğunu düşünürdünüz.
Ama değil, hatta sinir bozucu derece zayıf bir insan kendisi.

Bazen bu çok yiyen zayıf insanların arkamızdan neler çevirdiklerini merak ediyorum.
Uykularım kaçıyor.

Yemeğe giderken, büyük mahkemeleri olan, Old Bailey'e de bir göz atıyoruz, bu arada ulaştığımız yer, Fleet Street..

Ah Fleet Street..

Adeta, al sana görkem diyor cadde,
Bir tek ben mi etkileniyorum diye insanların yüzlerine tek tek bakıyorum,
Bir ülkenin içinde yaşadıkça oraya alıştıkça, çevrenizdeki güzellikleri fark edemez oluyorsunuz, orası kesin..

Aynı bu hissiyatımı açıklayan, kaldığımız hostelin duvarına yapıştırılmış mükemmel bir söz vardı, şimdi unuttum, bulursam ekleyeceğim.

Yemek sonrası ben hayran hayran caddeye bakmaya devam ediyorum,
Caddenin sonunda biri beni bekliyor ki,
Kişisel görüşümce, Lonra'da gördüğüm en görkemli yer,
Ve en sevdiğim,
St Paul Katedrali..

Yolun sonunda görünmeye başladığı andan itibaren kendimi kaybettim desem, aynı sıralarda ilgisi hiç de artmış görünmeyen ZU. yalanlayamaz herhalde.

Arkadaş, ne yaptınız, bunu bana niye yaptınız,
Neden yanımda iki kalem kağıt getirmedim diye, bu kadar pişman ettiniz beni?
NEDEN?




Kara bahtımız kör talihimiz, fotoğrafta da görülen en üstteki normalde açık olan kubbe kısım - ki oradan tüm Londra gözüküyormuş - kapalıydı. Bir altındaki büyük kubbeye çıkabildik oradan da dışarısı gözükmüyor tabi, ama ilginç bir yer adı Fısıltı Odası..

Şimdi sevgili kardeşinizin rezil olduğu kısma geliyoruz.
İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Dünya'nın en saçma kararı oluyor kendisi, nitekim içeride diğer kiliselerden farklı bir teknik, aman ha flaş patlamasın yeni boyattık gibi bir durum yok.
İnanılmaz görkemli ve her yeri çekmek istiyorsunuz inadına da..

En altında, yani bodrum katında bir mezar ve anı bölümü var, ressamlar, şairler, sanatçılar ve eserin mimarı için yapılmış bir anı kısmı, tamam orada fotoğraf çekilmeyebilir, ancak diğer kısımlar için bu kural çok gereksiz..

Rezilliğime dönersek,
Fısıltı Odası'nda bir duvardan fısıldadığınız te öbür köşeden duyuluyormuş diye duyduk, haldır haldır yüzbilmemkaç merdiveni tırmandık, kubbeye vardık..
Oraya kadar çıkmışım bir fotoğraf çekmeyecek miyim? Çiçek Sarı'dan bahsediyoruz.
Tabii ki çekerim.

Önce tam Türk çakallığıyla, görevlinin çok yakınına oturup bir kaç fotoğraf almaya çalıştım, ruhu bile duymadı - her ne kadar resimler net çıkmasa da - sonra fısıltı işini deneyelim dedik, ben kubbenin diğer ucuna koştum.

Zeynep karşı duvara fısıldadı,
Vay arkadaş, bayılırım mühendislik, hakikaten yanımdaymış gibi sesi,
Etkileştik gülüştük, Türkçe şakalardan sonra, Zeynep de yanıma geldi..

Dedim ki, göreli taaaaa karşı uçta, oradan kalkıp beni uyarmaya gelene kadar ben fotoğrafımı çekerim yürür giderim bile.


Ah benim safım,
Ah benim mantıksızım.
Telefonu kaldırmamla, ilahi bir ses kulaklarımda çınladı..

"PLEASE TURN THE CAMERA OFF. NO PHOTOS."

Allah'ım sana geliyorum.
Sağa baktım sola baktım kimse yok, hala jeton düşmüyor.

"YES, YOU, TURN IT OFF."

Karşı duvara bakmayı o anda akıl ettim, görevli eğilmiş duvara fısıldıyor.
Yazıklar olsun bana da, çakallığıma da.

"CAMERA IS OFF" dedim hala aptala yatarak,

"TELEPHONE HAS A CAMERA. TURN IT OFF." dedi.

Tüh.


Boynu bükükler şeklinde St. Paul'den ayrıldıktan sonra, Zep nihayet şekercisine kavuştu, kardeşine ve kendine bilumum güzel şekerler depoladıktan sonra, eve doğru yol aldık.
Yol üstünde atladığım kiliseleri mekanları yazmıyorum tabi..

Yalnız bir kilisede koro çalışması vardı, orada Zeynep'in öyle mükemmel bir videosu var ki, keşke hepinize tek tek izletebilsem.. Canımın içi ya..

Akşam yemeğini Burger King'te yeme gafletinde bulunduk, az kalsın homelesslara yem oluyorduk,
Demek ki iyi bir fikir değilmiş..

Ve hostele dönmeden, son olarak Primark'a girip alışveriş çılgınlığına kapılalım dedik..
Primark.. 4 katlı, ucuz ve ötesi alışveriş mekanı..
Kıyafet ayakkabı çanta güzel güzel zibilyon tane şey, ve gerçekten ucuz, 4 pounda babet aldım ki, hala azar yemekteyim neden üç dört tane almadım diye..

Öğrenci zihniyeti.

2 pounda tişört bulup zıplayan teyzeyle dalga geçtik,
Sonra her gördüğümüz şeye bağrındık, bu da itirafım olsun, detaya girmeyeceğim. :D



Hostel'e pestil halde gelip yatağımıza yapıştık..
3. gün Hampton Court Palace.. Ama burası çok uzadı daha sonra anlatacağım..

Öpüldünüz sabahçılar..
ÇS*13


19 Şubat 2013 Salı

Büyükmüş Britanya Meselesi, 2 : Macera Dolu Londra


29 Ocak 2012 - Bloomsbury, Londra

"Çiçek ben dün gece hiç uyumadım."

Zeynep'ten duyulabilecek daha kötü bir cümle yok.
Kişisel kelime haznesinin sahip olduğu en can sıkıcı cümle düzeni.

Açıkçası ilk günü nasıl atlattık hiç hatırlamıyorum, gittiğimiz yerleri fotoğraflarda gördükçe "buraya da mı gitmişiz" deyip durdum.
Sanırım kendi sıkıntılarımdan çok yanımdakiler sıkıntı çekince aptallaşıyorum.

Çünkü kendimi sallamayabilirim,
Ama Zeynep benim bebeğim onu nasıl sallamayayım, acıktım deyince beslemeyeyim, yoruldum deyince uyutmayayım değil mi?
Hepiniz benim bebeklerimsiniz.

Şakası bir yana, Zeynep'i hiç uyumadığı gecenin akabinde aktif bir şekilde güne katılmaya çabaladığı için tebrik ediyorum, normalde yapmayacağı  davranıştır, değerimi biliyor kendisini öpüyorum.


İlk günümüzde random takılalım dedik, bunu yapmayın.
Çünkü ilk kez gittiğiniz bir yerde randomlığın haddi hesabı dur durağı olmayabiliyor.
Sonuçta hem her yeri görmüş gibi hem de hiçbir yeri görememiş gibi hissediyorsunuz.

Ha bir de polisten başbakanın oturduğu sokağı bilmediğiniz için azar yiyebiliyorsunuz, onu hiç hesaba katmayacağım.

Ona gelmeden önce,
Sokağa ilk bir çıktık,
Zeynep, biz nerdeyiz Çiçek dedi, hakikaten biz nerdeydik arkadaş,
Niye geldik, ne işimiz var burada,
İnsan gerçekten bir tuhaf oluyor.

Hem aynı yerde yeni bir güne uyanmışınız gibi,
İnsan aynı insan yol aynı yol,
Hem de şaka gibi,
Yüz ölçümünü ne kadar uzakta olduğunu bilirdim de nasıl düştüm içine acaba diye afallıyorsunuz.

Herhangi bir şekilde alışabileceğim bir duygu olduğunu düşünmüyorum.

Her köşeyi döndüğümde Taksim meydanını görebilirim hissi..


Arkadaş o sokaklar ne kadar güzel yahu.
İlk kez yurtdışına çıkışım demiştim ya,
Neler kaçırmışım arkadaş benim,
Benim gibi sanatçı adamın ne işi var her gün aynı şehirde?

Bırakın beni, gezeyim göreyim..
Bir şehir gezdim, dönüşte bir resim yaptım, - daha bitmese de - , öncekilerden o kadar farklı ki, şaşarsınız..

İlk durağımız Westminster,
Birinci günden Big Ben'i görelim de rahatlayalım dedim
Ya da belki İngiltere'de olduğuma ikna olmak istemişimdir, o da bir olasılık..





Westminster Manastırı'nı gezemedim, Big Ben'in içini görmek için kuyruğa da giremedim, bir dahaki gidişimde yapacağım, bunlar da sözlü kanıtı olsun kendime verdiğim sözün, hadi bakalım.

Her yerde sinir bozucu şahanelikte bir mimari,
Bir ikinci üzüldüğüm konu da buraları ablamla gezememiş olmak oldu,
Yanımda spontane bilgi veren bir mimar bulundurmak gerçekten havalı olabilirdi değil mi?

Şuan Rafet El Roman'ı çok iyi anlıyorum sanırım.

Bak tuhaf bir bilinç açıklığı anı yaşıyorum fark ettiniz mi, Rafet El Roman'ın hislerini paylaştım az önce, Macera Dolu Amerika şarkısını yazarken.

Şuan anlattıklarım ve anlatım biçimim doğrultusunda aynı şekilde İngiltere'ye bir şarkı yazabileceğimi hissettim,
Çünkü tamamen aynı kafa,
Adam ülkeye ilk kez girmiş ne görse yazıyor, arkadaşına sesleniyor,

A Memo,
Burası New York Amerika,
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam nasıl bir zaman -  Bak aynı bakış açısı adam önce evlerden etkileniyor, farklı gelmiş çünkü.

A Memo,
İnsanlar simsiyah kızıl beyaz
Sokaklar basketbol müzik ve dans - Sonra insanlar farklı gelmiş onu yazıyor, ben de birazdan insanların tuhaf davranışlarını anlatacağım mesela..

Anladım şimdi vallahi, hakkını yemişiz El Roman.
Soyadı neden İspanyol soyadı, o konuyla hala bağlantı kuramıyorum ama..

Mesela ben yazsam şöyle olurdu,
O tam Westminster'a ilk ayak bastığım anda..

A Memo,
Burası Westminster, Londra
Müzeler karıştı sokaklara
Nasıl bir bina, nasıl bir havaa

A Memo,
İnsanlar Hintli, İtalyan ve Laz
İngilizler nerede acaba?
Nasıl bir yaşam aa Memooooo..

Zeynep ilk bir saat içerisinde acıkınca, ilk atılımını yapıp bir polise en yakın McDonalds'ı sordu.
Evet, yaptık bunu,
Ya ne yiyeceğdik?

Trafalgar'da dedi British aksanıyla kimseyi yanıltamayan Hintli polis,
Bak burası ayarı yediğimiz nokta,
Gideceksiniz değil mi Trafalgar'a dedi,
Evet dedik,
Downing sokağına?
Şimdi o aksanınla önce nereyi söylediğini önce anlamam için bir es ver, ama abimiz boş bakışlarımızdan yararlanıp hemen ayara geçti,

What the fuck are you talking about bitchez, what in the world you dont give a shit about where our mfucking prime minister is living?

Tabii öyle demedi ama, demiş kadar oldu,
Downing Street No:10 Londra'nın en meşhur yeridir kendinize çeki düzen verin dedi,
Yazıklar olsun sana polis,
Şehirde bir milyon tane güzel olağanüstü yer var, gitti en meşhur yerimiz Başbakanın oturduğu sokak dedi,
Bana ne?
Sen bizim başbakan nerede oturuyor biliyor musun?
Seni geç ben biliyor muyum acaba nerede oturuyor, ya da hiç umrumda mı acaba bunu sorgula önce bir?

Önünden geçip giremediğin sokağın ne havasını attıysa bize,
Neyse ki McDonalds'ın yerini söyledi en azından..


Alınmamaya çalışarak, Trafalgar meydanına yol aldık,
McDonalds'ı bulduk bulmasına, ama oranın McDonalds olduğunu kabullenmek için Zeynep'in neredeyse dışarı çıkıp tabelaya ikinci kere bakması gerekti..

Yanımızdaki adam BigMac istemese, herhalde yok diye çıkabilirdik,
Bir tabela asaydınız keşke ya Allahsızlar.


Neyse,
Trafalgar Meydanı,
Arkadaş her yer güzel, hani şusu güzel şöyle şahane diyeceğim ama, heryer güzel ne anlatsam bilemiyorum..
National Gallery, tam da meydanda, bugün burayı gezelim dedik hazır gelmişken..





İçeride 12. yüzyıldan 18,19. yylara kadar bir çok ünlü ressamın pahabiçilemez orjinal tabloları var..

Şimdi anladınız mı resmim nasıl ilerledi?
Havasından suyundan değil yani,
Bir de en gıcık olduğum, ki ikinci gidişte kesin olarak ben de yapacağım,
Adamlar müzelerine defteri kalemi alıp geliyorlar, her müzede oturmak için katlanabilir tabureler, şak aç otur Michelangelo'nun önüne, başla çizmeye..

Bizde nerdeeeee.. O kadar çok kıskandım ki, müzelerin başına bir iş gelmese bari..

O tablolarda o kadar çılgın detaylar vardı ki,
Geri dönüp şimdiye kadarki çalışmalarıma baktım,
Bu değil, bunlar değil, bu olmaz, dedim.

Bunu yaptım, oldu..
Tabii henüz bitmedi, kendisi Anne Boleyn olacak, o konuya 3. gün yazısında geleceğim..

O kıyafetlerin kumaşları,
Nasıl bu kadar gerçekçi acaba, bir de ağaç üzerine yapıldığını bilmiyordum çoğu resmin,
İnsan kendine ne kadar da çok şey katabiliyor gezerek..

Çok gezen bilir.

Da Vinci'ler, Van Gogh'lar, Michelangelo'lar, Caravaggio'lar,
Hepsi dile geldi, el verdiler, hala şaşkınım..
Resmi seviyorum arkadaş..

İki saate yakın gezdik galeriyi, Monet'yi nasıl göremedim hala kendime bir anlam vermiş değilim, o da bir daha ki sefere inşallah..

Her ne kadar sürekli aktarma yaparak metro hattında fiti fiti şehri boylu boyunca gezmek keyifliyse de,
Hayatımda yürümediğim kadar yürüdüm Londra'da, yürümeyi tercih ettik..
Kişisel hayatımda bir ilk,
Bana çılgın bir aktiflik kattı ama..

Tüm sokaklar elinizdeki haritalara harfi harfine uyacak kadar düzenli,
Ferah,
Gösterişli,
Ve bomboş olunca, yürümek dünyanın en güzel aktivitesi oluyor..





İstanbul'u neden böyle gezmedik diye o kadar utandık ki,
Dönüşte bir kitapçık alıp turist gibi memleketimizi gezme kararı aldık Zeynep'le.

Çok yakında bunu yapmaya başlayacağız, size günü gününe anlatırım zaten, merak etmeyin..

Dönüş yolunda Covent Garden Market'ta,
Ki açık alışveriş alanımsı gibi tam da tanımlayamadığım bir mekan oluyor kendisi, Zeynep ikinci Türk'ümüzü buldu.

Zeynep Türk magneti dedim ben.

Atınca uzayan, yapış yapış saydamımsı ıyıl ıyıl tuhaf bir oyuncağı denemek için tezgahın başında durduk, Zeynep'i satıcıyla başbaşa bırakıp sağa sola bakarken, adamın Türk olabilitesinden kıllanan Zeynep, kıtır attı..

"Çiçek gelsene, çok güzel bunlar."

Satıcı: "GEL ÇİÇEK GEL SEN DE BAK."

Çocuk bildiğin Zeytinburnu'ndan otobüse binmiş Covent Garden'da inmiş, bu kadar da Türk olunmaz ki arkadaş. Nitekim tezgahın asıl sahibi olan İngiliz görünümlü Türk çocuğu da biraz sonra geldi,

"Hadi bizim Türkçe'miz bozuk da sen neden böylesin." cümlesiyle bizi uzun süre güldürmeyi de başardı..
Sonuçta da 3 tanesi 5 pound olan oyuncağı, 4 tanesi 5 pounddan saydı, siftahı da biz yaptırdık akşamın 5'inde nasıl tutunduklarını şimdi bir düşünmedim değil..

Akşam yemeğini yolumuza çıkan bir İtalyan restoranında yedik,
Yemek şahane olmasa da, Türk olduğumuzu öğrenince heyecanlanan ahçı/kasiyer/garson/mekan sahibi abimizin benim de Türk arkadaşım var çıkışı güzeldi..
Bana ismi doğru yazıp yazamadığı sordu..
Antalya'da tanışmış arkadaşıyla..
İsim: Deniz Hayta..

Hayta..
Hocam nerede tanıştınız kendisiyle acaba çünkü bu çok önemli bir ayrıntı.

Ah canım ya..

Ve yurda varmadan önce, KORE MARKETİ BULDUK.
Bunu çok heyecanlandığım için büyük harfle yazmadım.
Zeynep çok heyecanlandığı için büyük harfle yazdım.
Ama Kore'li abimiz de bize adaptör bulduğu için onu da öpüyorum buradan..
Gerçi kendisi adaptörün ne işe yaradığından bir haberdi ama, olsun iyi niyetine sağlık.

"Biz Türkleri çok severiz." dedi,
"Biz de Korelileri." dedi Zeynep, amca nedense pek inanmadı, oysa karşısında Koreliseverler Derneği kurucu başkanı duruyordu, tanıyamadı herhalde zavallıcık..


Yurda elenik döndük,

Gecenin sürprizi Yavuz (yarim)  Londra'ya geliyor.
!?!?
Buna sonra döneceğim..

Yurdun tatlı mutfağında, Zeynep aldığı sodayı açarken küçük bir fıskiye şov yaptı, ki bunu kelimelerle anlatamam, keşke hepinize tek tek videoyu izletebilsem,
Ertesi günün çılgın planını oluşturduktan sonra, sapık gibi uyuduk.

Yatağa iz çıkarırcasına yapışmayı daha kibar bir sıfatla anlatamam ki.

The End.

Üçüncü gün ilerleyen günlerde..
Öpüldünüz tatlılar..
İyi geceler hepinize..

ÇS*13