19 Şubat 2013 Salı

Büyükmüş Britanya Meselesi, 2 : Macera Dolu Londra


29 Ocak 2012 - Bloomsbury, Londra

"Çiçek ben dün gece hiç uyumadım."

Zeynep'ten duyulabilecek daha kötü bir cümle yok.
Kişisel kelime haznesinin sahip olduğu en can sıkıcı cümle düzeni.

Açıkçası ilk günü nasıl atlattık hiç hatırlamıyorum, gittiğimiz yerleri fotoğraflarda gördükçe "buraya da mı gitmişiz" deyip durdum.
Sanırım kendi sıkıntılarımdan çok yanımdakiler sıkıntı çekince aptallaşıyorum.

Çünkü kendimi sallamayabilirim,
Ama Zeynep benim bebeğim onu nasıl sallamayayım, acıktım deyince beslemeyeyim, yoruldum deyince uyutmayayım değil mi?
Hepiniz benim bebeklerimsiniz.

Şakası bir yana, Zeynep'i hiç uyumadığı gecenin akabinde aktif bir şekilde güne katılmaya çabaladığı için tebrik ediyorum, normalde yapmayacağı  davranıştır, değerimi biliyor kendisini öpüyorum.


İlk günümüzde random takılalım dedik, bunu yapmayın.
Çünkü ilk kez gittiğiniz bir yerde randomlığın haddi hesabı dur durağı olmayabiliyor.
Sonuçta hem her yeri görmüş gibi hem de hiçbir yeri görememiş gibi hissediyorsunuz.

Ha bir de polisten başbakanın oturduğu sokağı bilmediğiniz için azar yiyebiliyorsunuz, onu hiç hesaba katmayacağım.

Ona gelmeden önce,
Sokağa ilk bir çıktık,
Zeynep, biz nerdeyiz Çiçek dedi, hakikaten biz nerdeydik arkadaş,
Niye geldik, ne işimiz var burada,
İnsan gerçekten bir tuhaf oluyor.

Hem aynı yerde yeni bir güne uyanmışınız gibi,
İnsan aynı insan yol aynı yol,
Hem de şaka gibi,
Yüz ölçümünü ne kadar uzakta olduğunu bilirdim de nasıl düştüm içine acaba diye afallıyorsunuz.

Herhangi bir şekilde alışabileceğim bir duygu olduğunu düşünmüyorum.

Her köşeyi döndüğümde Taksim meydanını görebilirim hissi..


Arkadaş o sokaklar ne kadar güzel yahu.
İlk kez yurtdışına çıkışım demiştim ya,
Neler kaçırmışım arkadaş benim,
Benim gibi sanatçı adamın ne işi var her gün aynı şehirde?

Bırakın beni, gezeyim göreyim..
Bir şehir gezdim, dönüşte bir resim yaptım, - daha bitmese de - , öncekilerden o kadar farklı ki, şaşarsınız..

İlk durağımız Westminster,
Birinci günden Big Ben'i görelim de rahatlayalım dedim
Ya da belki İngiltere'de olduğuma ikna olmak istemişimdir, o da bir olasılık..





Westminster Manastırı'nı gezemedim, Big Ben'in içini görmek için kuyruğa da giremedim, bir dahaki gidişimde yapacağım, bunlar da sözlü kanıtı olsun kendime verdiğim sözün, hadi bakalım.

Her yerde sinir bozucu şahanelikte bir mimari,
Bir ikinci üzüldüğüm konu da buraları ablamla gezememiş olmak oldu,
Yanımda spontane bilgi veren bir mimar bulundurmak gerçekten havalı olabilirdi değil mi?

Şuan Rafet El Roman'ı çok iyi anlıyorum sanırım.

Bak tuhaf bir bilinç açıklığı anı yaşıyorum fark ettiniz mi, Rafet El Roman'ın hislerini paylaştım az önce, Macera Dolu Amerika şarkısını yazarken.

Şuan anlattıklarım ve anlatım biçimim doğrultusunda aynı şekilde İngiltere'ye bir şarkı yazabileceğimi hissettim,
Çünkü tamamen aynı kafa,
Adam ülkeye ilk kez girmiş ne görse yazıyor, arkadaşına sesleniyor,

A Memo,
Burası New York Amerika,
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam nasıl bir zaman -  Bak aynı bakış açısı adam önce evlerden etkileniyor, farklı gelmiş çünkü.

A Memo,
İnsanlar simsiyah kızıl beyaz
Sokaklar basketbol müzik ve dans - Sonra insanlar farklı gelmiş onu yazıyor, ben de birazdan insanların tuhaf davranışlarını anlatacağım mesela..

Anladım şimdi vallahi, hakkını yemişiz El Roman.
Soyadı neden İspanyol soyadı, o konuyla hala bağlantı kuramıyorum ama..

Mesela ben yazsam şöyle olurdu,
O tam Westminster'a ilk ayak bastığım anda..

A Memo,
Burası Westminster, Londra
Müzeler karıştı sokaklara
Nasıl bir bina, nasıl bir havaa

A Memo,
İnsanlar Hintli, İtalyan ve Laz
İngilizler nerede acaba?
Nasıl bir yaşam aa Memooooo..

Zeynep ilk bir saat içerisinde acıkınca, ilk atılımını yapıp bir polise en yakın McDonalds'ı sordu.
Evet, yaptık bunu,
Ya ne yiyeceğdik?

Trafalgar'da dedi British aksanıyla kimseyi yanıltamayan Hintli polis,
Bak burası ayarı yediğimiz nokta,
Gideceksiniz değil mi Trafalgar'a dedi,
Evet dedik,
Downing sokağına?
Şimdi o aksanınla önce nereyi söylediğini önce anlamam için bir es ver, ama abimiz boş bakışlarımızdan yararlanıp hemen ayara geçti,

What the fuck are you talking about bitchez, what in the world you dont give a shit about where our mfucking prime minister is living?

Tabii öyle demedi ama, demiş kadar oldu,
Downing Street No:10 Londra'nın en meşhur yeridir kendinize çeki düzen verin dedi,
Yazıklar olsun sana polis,
Şehirde bir milyon tane güzel olağanüstü yer var, gitti en meşhur yerimiz Başbakanın oturduğu sokak dedi,
Bana ne?
Sen bizim başbakan nerede oturuyor biliyor musun?
Seni geç ben biliyor muyum acaba nerede oturuyor, ya da hiç umrumda mı acaba bunu sorgula önce bir?

Önünden geçip giremediğin sokağın ne havasını attıysa bize,
Neyse ki McDonalds'ın yerini söyledi en azından..


Alınmamaya çalışarak, Trafalgar meydanına yol aldık,
McDonalds'ı bulduk bulmasına, ama oranın McDonalds olduğunu kabullenmek için Zeynep'in neredeyse dışarı çıkıp tabelaya ikinci kere bakması gerekti..

Yanımızdaki adam BigMac istemese, herhalde yok diye çıkabilirdik,
Bir tabela asaydınız keşke ya Allahsızlar.


Neyse,
Trafalgar Meydanı,
Arkadaş her yer güzel, hani şusu güzel şöyle şahane diyeceğim ama, heryer güzel ne anlatsam bilemiyorum..
National Gallery, tam da meydanda, bugün burayı gezelim dedik hazır gelmişken..





İçeride 12. yüzyıldan 18,19. yylara kadar bir çok ünlü ressamın pahabiçilemez orjinal tabloları var..

Şimdi anladınız mı resmim nasıl ilerledi?
Havasından suyundan değil yani,
Bir de en gıcık olduğum, ki ikinci gidişte kesin olarak ben de yapacağım,
Adamlar müzelerine defteri kalemi alıp geliyorlar, her müzede oturmak için katlanabilir tabureler, şak aç otur Michelangelo'nun önüne, başla çizmeye..

Bizde nerdeeeee.. O kadar çok kıskandım ki, müzelerin başına bir iş gelmese bari..

O tablolarda o kadar çılgın detaylar vardı ki,
Geri dönüp şimdiye kadarki çalışmalarıma baktım,
Bu değil, bunlar değil, bu olmaz, dedim.

Bunu yaptım, oldu..
Tabii henüz bitmedi, kendisi Anne Boleyn olacak, o konuya 3. gün yazısında geleceğim..

O kıyafetlerin kumaşları,
Nasıl bu kadar gerçekçi acaba, bir de ağaç üzerine yapıldığını bilmiyordum çoğu resmin,
İnsan kendine ne kadar da çok şey katabiliyor gezerek..

Çok gezen bilir.

Da Vinci'ler, Van Gogh'lar, Michelangelo'lar, Caravaggio'lar,
Hepsi dile geldi, el verdiler, hala şaşkınım..
Resmi seviyorum arkadaş..

İki saate yakın gezdik galeriyi, Monet'yi nasıl göremedim hala kendime bir anlam vermiş değilim, o da bir daha ki sefere inşallah..

Her ne kadar sürekli aktarma yaparak metro hattında fiti fiti şehri boylu boyunca gezmek keyifliyse de,
Hayatımda yürümediğim kadar yürüdüm Londra'da, yürümeyi tercih ettik..
Kişisel hayatımda bir ilk,
Bana çılgın bir aktiflik kattı ama..

Tüm sokaklar elinizdeki haritalara harfi harfine uyacak kadar düzenli,
Ferah,
Gösterişli,
Ve bomboş olunca, yürümek dünyanın en güzel aktivitesi oluyor..





İstanbul'u neden böyle gezmedik diye o kadar utandık ki,
Dönüşte bir kitapçık alıp turist gibi memleketimizi gezme kararı aldık Zeynep'le.

Çok yakında bunu yapmaya başlayacağız, size günü gününe anlatırım zaten, merak etmeyin..

Dönüş yolunda Covent Garden Market'ta,
Ki açık alışveriş alanımsı gibi tam da tanımlayamadığım bir mekan oluyor kendisi, Zeynep ikinci Türk'ümüzü buldu.

Zeynep Türk magneti dedim ben.

Atınca uzayan, yapış yapış saydamımsı ıyıl ıyıl tuhaf bir oyuncağı denemek için tezgahın başında durduk, Zeynep'i satıcıyla başbaşa bırakıp sağa sola bakarken, adamın Türk olabilitesinden kıllanan Zeynep, kıtır attı..

"Çiçek gelsene, çok güzel bunlar."

Satıcı: "GEL ÇİÇEK GEL SEN DE BAK."

Çocuk bildiğin Zeytinburnu'ndan otobüse binmiş Covent Garden'da inmiş, bu kadar da Türk olunmaz ki arkadaş. Nitekim tezgahın asıl sahibi olan İngiliz görünümlü Türk çocuğu da biraz sonra geldi,

"Hadi bizim Türkçe'miz bozuk da sen neden böylesin." cümlesiyle bizi uzun süre güldürmeyi de başardı..
Sonuçta da 3 tanesi 5 pound olan oyuncağı, 4 tanesi 5 pounddan saydı, siftahı da biz yaptırdık akşamın 5'inde nasıl tutunduklarını şimdi bir düşünmedim değil..

Akşam yemeğini yolumuza çıkan bir İtalyan restoranında yedik,
Yemek şahane olmasa da, Türk olduğumuzu öğrenince heyecanlanan ahçı/kasiyer/garson/mekan sahibi abimizin benim de Türk arkadaşım var çıkışı güzeldi..
Bana ismi doğru yazıp yazamadığı sordu..
Antalya'da tanışmış arkadaşıyla..
İsim: Deniz Hayta..

Hayta..
Hocam nerede tanıştınız kendisiyle acaba çünkü bu çok önemli bir ayrıntı.

Ah canım ya..

Ve yurda varmadan önce, KORE MARKETİ BULDUK.
Bunu çok heyecanlandığım için büyük harfle yazmadım.
Zeynep çok heyecanlandığı için büyük harfle yazdım.
Ama Kore'li abimiz de bize adaptör bulduğu için onu da öpüyorum buradan..
Gerçi kendisi adaptörün ne işe yaradığından bir haberdi ama, olsun iyi niyetine sağlık.

"Biz Türkleri çok severiz." dedi,
"Biz de Korelileri." dedi Zeynep, amca nedense pek inanmadı, oysa karşısında Koreliseverler Derneği kurucu başkanı duruyordu, tanıyamadı herhalde zavallıcık..


Yurda elenik döndük,

Gecenin sürprizi Yavuz (yarim)  Londra'ya geliyor.
!?!?
Buna sonra döneceğim..

Yurdun tatlı mutfağında, Zeynep aldığı sodayı açarken küçük bir fıskiye şov yaptı, ki bunu kelimelerle anlatamam, keşke hepinize tek tek videoyu izletebilsem,
Ertesi günün çılgın planını oluşturduktan sonra, sapık gibi uyuduk.

Yatağa iz çıkarırcasına yapışmayı daha kibar bir sıfatla anlatamam ki.

The End.

Üçüncü gün ilerleyen günlerde..
Öpüldünüz tatlılar..
İyi geceler hepinize..

ÇS*13





6 Şubat 2013 Çarşamba

Büyükmüş Britanya Meselesi, 1

O zaman artık başlıyorum.

Gönül isterdi ki size uzak diyarlardan canlı canlı yazayım bunları, ancak telefonla fiti fiti bir saat yazı yazacak zamanım olamadı tatlılar, malum zamanım az ve kıymetliydi..


Kıymetli derken, 1 sterlin 3 TL, o derece kıymetli yani.


İngiltere, 
Gidiciyim, sürprizliyim, gidebilirim, bir sırrım var tadında gizemli gizemli takıldığım yazılarımın ardındaki sır perdesi, evet buydu.
Ne yapayım, ben totem bazlı bir insanım,
Kendime de en çok ben nazar değdirdiğimden, 
Bir iş olmadan onun hakkında apaç apaç bahsetmekten hoşlanmıyorum, ha yanlış anlamayın, en çok da sevenin nazarı değermiş..


Sonuçta gittik geldik, güzeldi yahu.
Keşke yine gitsek,
Hatta hep gitsek, hep birlikte gitsek, tüm dünyayı gezmekten başka sıkıntımız olmasa..

O zaman gelin size en baştan anlatayım, hepi topu bir haftalık, tatlı, komikli, gerginlikli, hastası, ziyaretçisi bol, programı yoğunlu programcısı atarlı, bol bol duraklı, İngiltere maceramızı..

Uçağımızın kalkmasından inişine, gün gün ayrı ayrı anlatacağım, şimdilik kaç yazı olur kestiremiyorum,
O yüzden,

Hadi bakalım, gözünüze kuvvet..


28 Ocak 2013 - Sabiha Gökçen Havaalanı

Öncelikle söyleyeyim,
Uzay mühendisi olacağıma bakmayın ben hiç uçağa binmedim.

Yadırgama seslerini duydum, tamam tamam abartmayın, kesin,
Uçmamış olmam çok tuhaf değil, nitekim ülkemi daha önce hiç terk etmedim, e ülke içinde de mükemmel bir şoförüm, sevgili babacığım, olduğuna göre, şaşıracak bir şey yok bunda..

Bence tuhaf olan, 
Uçağa binmemiş bir insanın uçaktan korkacağını beklemek, 
Ya da uçağa binmemiş bir insanın uçaktan korkması..

Denemediğiniz bir şeyden korkabileceğiniz düşüncesi bana saçma geliyor..

Nitekim, her daim gerginlikten ölen ben, uçuş günü, itici bir sakinlik içerisinde kendimi bekleme salonunda buldum.
Beraber tatil yaptığım arkadaşım Zeynep de, - bilmeyenleriniz öğrensin kendisini, nitekim önümüzdeki yazılarda en çok da o tatlış geçecek - , benimle aynı düşüncede olacak ki, salonda beklediğimiz anda dahi içimizde "herhalde bir şey olacak da gidemeyeceğiz" beklentisindeydik..

Beklentisinde derken, öyle olsun istediğimizden değil,
Bizdeki bu şansla her şey ters gider ya, bir şekilde her şeye hazırlıklı olma içgüdüsü diyelim..

Uçağa binince yaklaşık 5 aydır beklediğimiz bu hayalimizin gerçekleşmekte olduğuyla yüzleşiriz diye düşünmüştüm, olmadı.


Ne kadar gıcık bir durum değil mi,
Sen o kadar bekle bekle bekle, sonra bir türlü gerçekmiş gibi gelmesin.

Zeynep benden daha heyecanlıydı,
Zeynep genel olarak da benden hep daha heyecanlıdır zaten,
Bu huyunu seviyorum, ben çevreye karşı pozitif bir insan olsam da, içimde hep negatifimdir, hep en kötüsüne hazırlıklı yaşarım, sıkıcı bir durum..

Zeynep beni cam kenarına layık gördü sağolsun, ilk uçuşa saygı sebebiylen,
"Şimdi biraz gidip duracak, sonra çok hızlanıp havalanacak, o havalanırken çok kötü oluyor böyle insanın içi."
Benim de bir deneyimim olsa paylaşırdım,
Ama olmaması da güzeldi, nitekim o zaman her sallantı size normal geliyor..

Hosteslerin yabancı olacağını düşünmemiştim,
Neden düşünmedim bilmiyorum, yabancı havayolu, ne bekliyordum acaba,
Ama güzel bir başlangıç oldu İngiliz aksanına alışmamız için,
Şöyle bir diyaloga tanık oldum örneğin host ve yanımızda oturan etine kontrolsüzce geniş bayan arasında:

"Err?
Aaar."

Ben ilk kez bir soru sorulmadan cevap alındığını gördüm.
Host, "err" sorusundan kadının ne istediğini nasıl anladı, verdiği "aaar" cevabında ne demek istedi hala benim için bir sır..

Kadının istediği ek emniyet kemeriymiş meğer, etine geniş dedim ben..

Kalkış komikti, ben geriye yaslandım camdan izliyorum, hafif havalandık,

Zeynep'in kafası öne eğik, anlattığı şey,
"Bak herkes kafasını öne eğdi."

Ben rahat rahat yaslanmışken böyle şey söylenir mi,
Şimdi ben nasıl pozisyon değiştireceğim,
Herkes anlaşmış da bir ben bilmiyormuşum gibi,
Kafamı kaldırdım diğer insanları görmek için
Gerildiğim ilk an.


"Kimse kafasını eğmemiş Zeynep, ne geriyorsun."

Bizim kız hep güler zaten, maşallah, 
Güzel güzel kaldırdı bizi kaptan, bir de hohlamasa, ah hohlamasa o mikrofona..

Gerçekten pilotaj eğitimi alırken mikrofon dersi gördüklerine inanıyorum.
Bir de British aksan işin içine girince,
Sanarsın gece yarısı kuşağı izliyorsun..


Mesela türbülans olacak gerilmeyin diyecek ya,
Sanarsın, hepiniz soyunun ben geliyorum diyor..

Pilotluktan emekli olunca acaba telefonla sohbet hatlarına mı yöneliyorlar..
Bak çok kibarca söyledim bu düşüncemi, siz çirkinleşin..


Dil bilmek önemli şey,
Kaç yaşınızda olursanız olun, fırsatlarınız ne kadar geniş ya da kısıtlı olursa olsun,
Bir dil öğrenmek için çok ciddi çaba harcayın,
Bunu çok içten öneriyorum,
Bir dil bir insan değil, 
Bir dil, 3000 mil..
Bir dil, evinizden 3000 mil uzakta yeni bir ev demek..

Yeni bir ev edinebilmek, demek, bir başka ülkenin de yerlisi olabilmek,
Dünyanın yerlisi olabilmek demek..

6 milyar arkadaş edinebilmek demek..

O kadar önemli yani..

Ben bunu bizzat yaşayarak algılamaktan dolayı mutluyum..


Öğüdal kısmı da geçtiğime göre, hikayemize dönüyorum,

Gelmeden önce her türlü yol öğrenme çalışmasında bulundum,
Sonuçta en uygun yöntemin, bizim İstanbul Kart'ın türevi olan Oyster Kart olduğunu buldum..
Tabi bir de annesinin gözünde olan havaalanından King's Cross'a trenle gitmemiz gerekiyordu,
Şansımıza Zeynep bilumum indirimli kremleri makyaj eşyalarını incelerken, ucuz tren bileti sayfasını keşfetti,
EasyJet'in böyle bir kolaylığı var aklınızda olsun,
Aksanlı hostumuzdan rica ettik, ben size vakti gelince getiririm dedi, sağ olsun..

Kendi aralarında konuşurken İngilizce'yi Japonca yapan sevgili İngilizler, çok şükür ki sizle konuşurken tane tane güzel güzel konuşuyorlar, hiç gerilmeyin..

Biletimizi de aldık çok sevindik, ben gelmeden önce tren saatine de bakmıştım, ona göre yetişme çabasına girdik indiğimiz andan itibaren,
Tabi bu arada ben inene kadar her gördüğüm ışıklı yeri, "AHANDA LONDRA'nın MERKEZİ" "AHANDA BURASI LONDRANIN MERKEZİ" diye gösterip durdum, kim bilir nereleri gösterdim..

Kaptan da inerken çok salladı sağ olsun.

EU vatandaşı ve Non-EU vatandaşı ayrımı İngiltere'de pasaport kuyruğunda önce sevindirdi, sonra tokatladı..
Nitekim yaklaşık üç katımız olan EU lar fitir fitir geçerken biz melul melul baktık..

İki tane de agresif zenci hatunu dikmişler bizim bankolara, gel de sıkıntı yaşamadan geç..

Şansımıza, tam bana sıra geldiğinde, EU'lar bitti ve EU bankosundaki teyze ve amca ben ve Zep'i çağırdı,
Ben teyzeye koştum,
Zep amcaya..

Teyze pasaportu aldı,
Hello dedi,
Hi dedim.
Ne kadar kalacaksın dedi,
Terso yapma bana alırım fiyakanı dedim.

1 hafta yes sir madam hazretleri dedim.

Arkadaşın ya da ailen var mı dedi,
Bendeki kritik soru buydu,
In here, or in London? dedim,
Bu soru ne yapacaksın bile demeden geçirmesini sağladı, parmak izimi alıp geçirdi..

İki banko ilerledim, Zeynep'i beklemek için,
Beklemediğim bir sohbetle karşılaştım,

Boynu bükük Zeynep,
Baya anlatıyor,
Arkadaşlarım var, Uzay Mühendisliği okuyorum, oh sohbet muhabbet,
Ve Türkçe.

Ne oluyor, dedim. 

Zeynep'in Londra'daki tüm Türkleri tek tek bulmaya başladığı nokta tam olarak orasıydı.

Amca Zep'i önce İngilizce sıkıştırmış, gerilince tamam Türkçe cevapla demiş, işe koş,
Bana denk gelse, Türkiye'den çıkamadan geri döndük sanardım.


Ve yanlış bavul bandında yaklaşık 10 dakika bekleştik.


Neden böyle şapşallıklar oluyor bilmiyorum,
Bavullarımızı aldıktan sonra koştur koştur Oyster aradık, burada bulamazsınız dediler, bizi trene götürecek shuttle'a yetiştik, biletimizi gösterip bindik,
Ahanda metrobüs.

Bizim metrobüsün iç tasarımını al, eskit, koltukları salon tipi kapla, kirlet, işte bu otobüs.

Allah'ım biz evimizden neden çıktık acaba..

Tren istasyonu da pek farklı değil, nitekim, gecenin karanlığında iyice eski ve tuhaf,
Bekleştiğimiz platformu değiştiren anons, gecenin gerginliğini sağladı aslında,
Trenimizi kaçırdık.

Hayır kaçırmadık,
Trenimize baktık, saatinde geldi,
Önümüzde durdu,
Biri bu King's Cross'a gider dedi,
Biz onca binen insanı dinlemedik de, yanımızda duran sarışın Türk kızını dinledik,
Neden yaptık bunu biz?

Kız da tam Türk kafası,
"Yanlış bile olsa en azından üçümüz bekleriz hahahah"

Bir sonraki tren 20 dakika sonra,
Ancak gergin olan kısmı, 5 kere geçse de kızı ikna edemeyen
"EasyJetten aldığınız biletler gelecek trende geçmez" yazısı.

"Salağa yatın sorun olmaz." 
Ben dedim Türk kafası diye.

"Trenden atacak halleri yok ya." dedim Zeynep'e, ne güvense bu,
Tren havalı tabi, biz gergin..

Boşuna gülmeyin, atılmadık.
Ama bizim biletlerin geçmediği doğru, çünkü ekspress giden daha pahalı trene binmişiz..

St Pancras.. Kings Cross ve.. Londra'nın aktarma kralı metrosu..
İlk metro, gerçek anlamda ilk metro ama, adamlar tam 150 yıl önce kurmuşlar sistemlerini,
Daha da değiştirmemişler..

Fakat biz hala Oyster arıyoruz.
Bir bilet makinasında neden kağıt para geçmez?
Aynı soruyu istasyondaki tek sorumlu olan İngiliz kardeşimize de sordum,
Vallahi bence de saçma dedi.

Tabi onu bulmamızdan önce yaklaşık 15 dakika, yanımızdan geçip ne yapıyorsunuz arkadaş demeden giden insanlar eşliğinde, bozuk paramız olmadığından kartı da okutamadığımızdan bir türlü Oyster'ı alamadığımız trajik dakikalardan bahsetmiyorum bile..

Kartım olmasa orada ne yapardık bilmiyorum.
Oysterları bir bir aldırttı çocuk, sağ olsun, kendisine buradan teşekkürlerimi yolluyorum..

Ve elini Russell Square..
Bu arada hala yeni bir ülkede olduğumun bilincinde değilim..

He, Russell Square.
Herhalde, yaptıkları ilk durak, ve öylece de korumuşlar. 
İndik, o kadar eski ki,
Nerede benim Sanayi Mahallem, Gayrettepe'm nerede Russell,
Bir de önümüzden fare geçmez mi..
Tuz biber.
Üstelik durakta tek biz varız,
Bir de önümüzdeki dikkat 175 merdiven yazısıyla, çağırma düğmesi olmayan iki asansör.  


Sanırım acaba geri mi dönsek diye düşündüğüm nokta orasıydı.

Nitekim, Zeynep'in kendinden büyük bavulu, benim eli kolu dolu anne vari halimle bu iş mümkün değil..

Neyse ki,
Arkamızda iki üç kişi daha beklemeye başladı da, bir umut doğdu,
Meğer asansörler de bir yukarı bir aşağı yapıyorlarmış otomatik olarak..

Ne saçmalık.

Bindik,
Russell Square'in dışı, yola hakimim, tek sorun yol olsa keşke..

İngiliz vatandaşlarımızdan sıcak bir karşılama geliyor..

Ben başta olayı yakalayamadım,
Işıklarda bavullarla bekliyoruz,
Gece 12, sokakta tek bir insan yok, bir tane bile, önümüzde bir park var, yanımızda iki tane adam, arkamızda da iki tane kadın var, adamlar, ben bakmadığım için benim hayalimde, kadınlara sesleniyorlar,

"No eye contact,  just follow, dont look, come." 

Ben daha da bakmazdım hani,
Zeynep'in adamlara bakışını fark etmeseydim..

Zeynep, gözlerini pörtletmiş, hala kabul etmese de, ben gördüm o bakışını arkadaş,
Adamlara kitlenmiş, madem gerildin bana niye söylemiyorsun,
Hani bunca yolu buradaki apaçilerle uğraşmak için mi geldim hayal kırıklığıyla,
Allah'ım evimden niye bu kadar uzaklaştım arasında bir ifade,
Dönüp adamlara baktım,
Hayrola dedim,

O bakışımı hepiniz biliyorsunuz,
Bilmeseniz bile hissedebilirsiniz,

"What?" dönüşüm adamlara, pardon dedirtti.. Öyle bir şey..

Meğer salaklar, arkamızdaki çantalı kadınlara seslenecekken bize seslenmişler kafaları karışmış,
Adamların biri koptu öbürüyle dalga geçti sen de çanta deyip duruyorsun diye..
Çok şükür atlatmış olduk,
Tabana kuvvet..

Neyse ki yurt çok yakın,
İki sokak daha geçmemiz gerekse Zeynep vaz geçebilirdi, biliyorum.

Yurda girdik..

Israrla yurt diyorum,
Çünkü Hostel = Yurt, arkadaş..

Hatun her şeyi parayla veriyor, anahtar 10 pound, fiş 5 pound, otel parasını şak diye kesiyor zaten..
Neyse ki tatlı bir insan,
Ah bir de bizi 4. kata atmasaydı..
O bavulları nasıl taşıdık hiç bilmiyorum.

Odamız o kadar küçük ki, oraya 4 kişilik yaşam alanını nasıl sığdırdılar, tebrik ediyorum hakikaten..

Neyse ki, biz alışana kadar, yani ilk iki üç gece odada sırf biz vardık, sıkıntı olmadı, sonra odanın çivisi çıktı zaten maşallah, gelen giden karıştı..

Buradan sonrası özel, anlatmıyorum.

Diyormuşum,
Demeyeceğim ama burada bir es vermeliyim bence..
Daha anlatacak çok günüm, çok olayım var.. 

Biraz daha merak edin, yarın yine görüşelim..


Siz o sırada Londra'nın metro sistemini sindiredurun, nitekim çok havalı..

Öpüldünüz canlarım,
Sizi seviyorum..
ÇS*13