20 Nisan 2013 Cumartesi

Büyükmüş Londra Meselesi, 3: Yaban Çakalı..


Öncelikle Yandex Rusya'sını kullanan blogumdan tam olarak ne anladıklarını kestiremediğim ama blogu çılgınca ziyaret eden Rus kardeşlerimi, ve/ve ya Rusya'da yaşayan keyiflerinin tıkırında olduğunu düşündüğüm Türk kardeşlerimi, bloga olan ilgilerinden ötürü tebrik ediyor, hepsini öpüyorum.

Davay davay can Oksana.


Bu kısa ilişikten sonra mevzuumuza geri dönüyorum,
Ne diyorduk..
Londra..


Neden 5er ay arayla yazabildiğimi sorgulamayın artık,
Son sınıfız şurada değil mi,
Haliyle zibilyon tane işle uğraşıyorum,
Ha, "Hadi canım oradan, sabah akşam Facebook'tasın görüyoruz artistik yapmanın anlamı yok." gibi çıkışlar yapmayın, her halde ot gibi ders çalışıyorum demiyorum,
Hayatımın hangi döneminde öyle yapabildim ki zaten,
Sadece size iki şakalı yazı yazmak için kafamı toplayacak, neşelenecek zaman bulamayabiliyorum..

Neyse,
Amma açıklattınız he..

Londra..
İkinci ve üçüncü günü beraber anlatıp biraz işleri hızlandırsam diyorum ama,
Çenem bir açılınca kapanmıyor ki,
Her ayrıntıyı vereyim istiyorum,
Sapık mıyım acaba..


30 Ocak 2013 - Bloomsbury, Londra

Bir önceki günün teknik sıkıntılardan dolayı elenmesinden sonra 2. güne 8-9 maddelik çılgın bir planla başladık.
Çılgın diyorum,
Çılgın işler yapacağımız ya da yaptığımız için değil,
O kadar gezilecek yeri bir güne sığdırmaya çalıştığımız için,
Elimizde haritalar, bu kez kahvaltıyı Starbucks'a bırakarak çıktık yola..


Starbucks'ın şu kupaya isim yazma fantezisi yok mu..
Hostelimizin hemen yakınında, British Museum'um karşısındaki Starbucks'ta çalışan sevgili zenci kardeşimizi çabasından ötürü takdir ediyorum..
Ve Zeynep'le beraber yeni isimlerimizi takdim ediyorum..



Evet, bundan sonra, Çiçek ve Zeynep değil, Love ve ZanHab'ız.
Olabilir tabi, iyi niyetine sağlık.

- Whats your name?
- Çiçek
- Ok, Love.

En güzeli, Zeynep'i yazmaya çalışması bence,
Genel olarak Zeynep daha yaygın bir isim olduğu için, ertesi gün de gelişimizde daha az yadırgandı, ben yine mükemmel bir şekilde yazıldım, ona da sonra geleceğim..


İlk günki loserlığımızdan sonra, yardımsever ve turistsever kasiyerler görmek, güzel bir kahvaltı etmek,
Dışarda hafif hafif yağmur yağması ve en güzeli de,
Zeynep'in keyfinin çok yerinde olması,
Pahabiçilemezdi..

Bir günden daha fazla ne bekleyebilirim ki..

Bir dakika Yavuz'un bana bir sürprizi vardı değil mi?!
Düşünmemeye çalışmak en iyisi çünkü ben gergin bir insanım,
Bu çocuk tek başına ne yapacak, biz dönünce ne yer ne içer, nereye gider derdini kime sorar..
Hişşşşş.


İlk durağımız olarak yola çıkmadan bir gün önce Londra kitapçığında gezilecek yerlere bakınırken,
"BU TAM ZEYNEP'lik" diyerek Zeynep'i mesajladığım,
Sonuçta bir an önce gitmek için delirdiği,
Hafif gergin, çokça psikopat müze,
Hunterian Museum'a gittik..



Kişisel gizli çekimimi görüyorsunuz, evet o gördüğünüz raflardaki şeyler, kavanoza konulmuş bilumum hayvan, insan parçaları, kemikleri, ya da kendileri, organları, etc.

Alt katta normal parçalar,
Üst katta hastalık hastalık ayrılmış raflarda aynı hastalığa sahip bilumum organ..

Trajediyi şöyle anlatayım,
Kızamıktan ölmüş bir çocuğun kızamıklı derisini yansıtmak adına yüzünün üst kısmının derisi kavanozların birinde gerilmiş halde kirpikleri üstünde duruyordu.

Evet buraya güle oynaya gittik.
Evet, tuhafız biz,
Ama ne yapalım, hep biyoloji sevgisinden bunlar..

Ya da..


Böyle bir sevinç hali de var tabi..



O gün psikopatlığımız tuttu, mekanlardan çıktıkça saati not ettik.
Deliyiz ya biz, ama tatlıyız bak.

Bir sonraki adres;
Lincoln's Inn..

Tahminen turist olup da o mekanı gezmeye gelen tek insan evlatları bizdik.

Şöyle ki, mekan bildiğiniz avukatlık hanı,
Ama han derken tek bir binaya sıkışmış loser bi mekan hayal etmeyin,
Binalar bütünü, bilimum güzel mekanlar kompleksi diyelim,
Hatta Hogwarts.

İçeri girdik,
Tek turist biziz derken şaka yapmadım,
Hangi yayınevinin kitabını aldıysak,
Arkadaş Londra'nın yereli olsa gerek,
Baya bu da bizim yan sokak tarzı ne var ne yok yazmış,
Biz de bu ilçede şura varmış, e görelim, havasında olduğumuzdan,
Kendimizi bilumum takım elbiseli ciddi insan grubunun ortasında bulduk..

"Members only" havalı kütüphanenin önünde şapşal videolar çekerken
Japon kardeşimizin kopmasına bile sebep olduk.

Öyle bir yersiz neşe.

İçeriyi güzelce belledikten sonra, hırsımızı alamayıp kapıdaki amcalara yöneliyoruz,
Tamam binalar güzel de, birinin de içine girelim değil mi?

Amcaaa, herhangi birinin içine girebilir miyiz?
HAYIR.

Oldu o zaman.
Bir kısım İngiliz gerçekten yabancılardan hoşlanmıyorlar, bir diğer kısmıysa gayet tatlı ve cana yakın.

Arkadan gelen amca, Şapel'e girebilirsiniz diyor.

Komik kısmı, Şapel nerede bilmiyoruz, az önce altındaki otoparkı çektiğim binaymış meğer.
Biraz şapşal mıyız acaba?



Ama otoparkı şahane değil mi?

Temple Church, üçüncü adres..
Eskiden beleş olan sevgili mekanımız, Da Vinci'nin Şifresi filminde boy gösterdikten sonra sağ olsun 4 pound olmuş. Şanslı ki paralı olarak girdiğimiz ilk mekandı, düşünmeden verdik parasını..

4 pound nedir ki diyeceksiniz,
Ama mekan 20 metre kare arkadaş, tabi insan bir düşünmüyor değil..
Güzeldi bak, hakkını verelim..

12. yüzyıldan kalma şövalye mezarı vardı bak,
Güzelmiş değil mi?





Bir de Shakespeare'in 12. Gece Oyununun prömiyeri Temple Church'te yapılmış,
Dahası var mı?
Gidip 4 pound daha atasım geldi.






Temple sonrası tabii ki Zep acıkıyor, fotoğrafını koymamış olsam, büyük ihtimalle obez olduğunu düşünürdünüz.
Ama değil, hatta sinir bozucu derece zayıf bir insan kendisi.

Bazen bu çok yiyen zayıf insanların arkamızdan neler çevirdiklerini merak ediyorum.
Uykularım kaçıyor.

Yemeğe giderken, büyük mahkemeleri olan, Old Bailey'e de bir göz atıyoruz, bu arada ulaştığımız yer, Fleet Street..

Ah Fleet Street..

Adeta, al sana görkem diyor cadde,
Bir tek ben mi etkileniyorum diye insanların yüzlerine tek tek bakıyorum,
Bir ülkenin içinde yaşadıkça oraya alıştıkça, çevrenizdeki güzellikleri fark edemez oluyorsunuz, orası kesin..

Aynı bu hissiyatımı açıklayan, kaldığımız hostelin duvarına yapıştırılmış mükemmel bir söz vardı, şimdi unuttum, bulursam ekleyeceğim.

Yemek sonrası ben hayran hayran caddeye bakmaya devam ediyorum,
Caddenin sonunda biri beni bekliyor ki,
Kişisel görüşümce, Lonra'da gördüğüm en görkemli yer,
Ve en sevdiğim,
St Paul Katedrali..

Yolun sonunda görünmeye başladığı andan itibaren kendimi kaybettim desem, aynı sıralarda ilgisi hiç de artmış görünmeyen ZU. yalanlayamaz herhalde.

Arkadaş, ne yaptınız, bunu bana niye yaptınız,
Neden yanımda iki kalem kağıt getirmedim diye, bu kadar pişman ettiniz beni?
NEDEN?




Kara bahtımız kör talihimiz, fotoğrafta da görülen en üstteki normalde açık olan kubbe kısım - ki oradan tüm Londra gözüküyormuş - kapalıydı. Bir altındaki büyük kubbeye çıkabildik oradan da dışarısı gözükmüyor tabi, ama ilginç bir yer adı Fısıltı Odası..

Şimdi sevgili kardeşinizin rezil olduğu kısma geliyoruz.
İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Dünya'nın en saçma kararı oluyor kendisi, nitekim içeride diğer kiliselerden farklı bir teknik, aman ha flaş patlamasın yeni boyattık gibi bir durum yok.
İnanılmaz görkemli ve her yeri çekmek istiyorsunuz inadına da..

En altında, yani bodrum katında bir mezar ve anı bölümü var, ressamlar, şairler, sanatçılar ve eserin mimarı için yapılmış bir anı kısmı, tamam orada fotoğraf çekilmeyebilir, ancak diğer kısımlar için bu kural çok gereksiz..

Rezilliğime dönersek,
Fısıltı Odası'nda bir duvardan fısıldadığınız te öbür köşeden duyuluyormuş diye duyduk, haldır haldır yüzbilmemkaç merdiveni tırmandık, kubbeye vardık..
Oraya kadar çıkmışım bir fotoğraf çekmeyecek miyim? Çiçek Sarı'dan bahsediyoruz.
Tabii ki çekerim.

Önce tam Türk çakallığıyla, görevlinin çok yakınına oturup bir kaç fotoğraf almaya çalıştım, ruhu bile duymadı - her ne kadar resimler net çıkmasa da - sonra fısıltı işini deneyelim dedik, ben kubbenin diğer ucuna koştum.

Zeynep karşı duvara fısıldadı,
Vay arkadaş, bayılırım mühendislik, hakikaten yanımdaymış gibi sesi,
Etkileştik gülüştük, Türkçe şakalardan sonra, Zeynep de yanıma geldi..

Dedim ki, göreli taaaaa karşı uçta, oradan kalkıp beni uyarmaya gelene kadar ben fotoğrafımı çekerim yürür giderim bile.


Ah benim safım,
Ah benim mantıksızım.
Telefonu kaldırmamla, ilahi bir ses kulaklarımda çınladı..

"PLEASE TURN THE CAMERA OFF. NO PHOTOS."

Allah'ım sana geliyorum.
Sağa baktım sola baktım kimse yok, hala jeton düşmüyor.

"YES, YOU, TURN IT OFF."

Karşı duvara bakmayı o anda akıl ettim, görevli eğilmiş duvara fısıldıyor.
Yazıklar olsun bana da, çakallığıma da.

"CAMERA IS OFF" dedim hala aptala yatarak,

"TELEPHONE HAS A CAMERA. TURN IT OFF." dedi.

Tüh.


Boynu bükükler şeklinde St. Paul'den ayrıldıktan sonra, Zep nihayet şekercisine kavuştu, kardeşine ve kendine bilumum güzel şekerler depoladıktan sonra, eve doğru yol aldık.
Yol üstünde atladığım kiliseleri mekanları yazmıyorum tabi..

Yalnız bir kilisede koro çalışması vardı, orada Zeynep'in öyle mükemmel bir videosu var ki, keşke hepinize tek tek izletebilsem.. Canımın içi ya..

Akşam yemeğini Burger King'te yeme gafletinde bulunduk, az kalsın homelesslara yem oluyorduk,
Demek ki iyi bir fikir değilmiş..

Ve hostele dönmeden, son olarak Primark'a girip alışveriş çılgınlığına kapılalım dedik..
Primark.. 4 katlı, ucuz ve ötesi alışveriş mekanı..
Kıyafet ayakkabı çanta güzel güzel zibilyon tane şey, ve gerçekten ucuz, 4 pounda babet aldım ki, hala azar yemekteyim neden üç dört tane almadım diye..

Öğrenci zihniyeti.

2 pounda tişört bulup zıplayan teyzeyle dalga geçtik,
Sonra her gördüğümüz şeye bağrındık, bu da itirafım olsun, detaya girmeyeceğim. :D



Hostel'e pestil halde gelip yatağımıza yapıştık..
3. gün Hampton Court Palace.. Ama burası çok uzadı daha sonra anlatacağım..

Öpüldünüz sabahçılar..
ÇS*13