eğlenceli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eğlenceli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2013 Cumartesi

Büyükmüş Londra Meselesi, 3: Yaban Çakalı..


Öncelikle Yandex Rusya'sını kullanan blogumdan tam olarak ne anladıklarını kestiremediğim ama blogu çılgınca ziyaret eden Rus kardeşlerimi, ve/ve ya Rusya'da yaşayan keyiflerinin tıkırında olduğunu düşündüğüm Türk kardeşlerimi, bloga olan ilgilerinden ötürü tebrik ediyor, hepsini öpüyorum.

Davay davay can Oksana.


Bu kısa ilişikten sonra mevzuumuza geri dönüyorum,
Ne diyorduk..
Londra..


Neden 5er ay arayla yazabildiğimi sorgulamayın artık,
Son sınıfız şurada değil mi,
Haliyle zibilyon tane işle uğraşıyorum,
Ha, "Hadi canım oradan, sabah akşam Facebook'tasın görüyoruz artistik yapmanın anlamı yok." gibi çıkışlar yapmayın, her halde ot gibi ders çalışıyorum demiyorum,
Hayatımın hangi döneminde öyle yapabildim ki zaten,
Sadece size iki şakalı yazı yazmak için kafamı toplayacak, neşelenecek zaman bulamayabiliyorum..

Neyse,
Amma açıklattınız he..

Londra..
İkinci ve üçüncü günü beraber anlatıp biraz işleri hızlandırsam diyorum ama,
Çenem bir açılınca kapanmıyor ki,
Her ayrıntıyı vereyim istiyorum,
Sapık mıyım acaba..


30 Ocak 2013 - Bloomsbury, Londra

Bir önceki günün teknik sıkıntılardan dolayı elenmesinden sonra 2. güne 8-9 maddelik çılgın bir planla başladık.
Çılgın diyorum,
Çılgın işler yapacağımız ya da yaptığımız için değil,
O kadar gezilecek yeri bir güne sığdırmaya çalıştığımız için,
Elimizde haritalar, bu kez kahvaltıyı Starbucks'a bırakarak çıktık yola..


Starbucks'ın şu kupaya isim yazma fantezisi yok mu..
Hostelimizin hemen yakınında, British Museum'um karşısındaki Starbucks'ta çalışan sevgili zenci kardeşimizi çabasından ötürü takdir ediyorum..
Ve Zeynep'le beraber yeni isimlerimizi takdim ediyorum..



Evet, bundan sonra, Çiçek ve Zeynep değil, Love ve ZanHab'ız.
Olabilir tabi, iyi niyetine sağlık.

- Whats your name?
- Çiçek
- Ok, Love.

En güzeli, Zeynep'i yazmaya çalışması bence,
Genel olarak Zeynep daha yaygın bir isim olduğu için, ertesi gün de gelişimizde daha az yadırgandı, ben yine mükemmel bir şekilde yazıldım, ona da sonra geleceğim..


İlk günki loserlığımızdan sonra, yardımsever ve turistsever kasiyerler görmek, güzel bir kahvaltı etmek,
Dışarda hafif hafif yağmur yağması ve en güzeli de,
Zeynep'in keyfinin çok yerinde olması,
Pahabiçilemezdi..

Bir günden daha fazla ne bekleyebilirim ki..

Bir dakika Yavuz'un bana bir sürprizi vardı değil mi?!
Düşünmemeye çalışmak en iyisi çünkü ben gergin bir insanım,
Bu çocuk tek başına ne yapacak, biz dönünce ne yer ne içer, nereye gider derdini kime sorar..
Hişşşşş.


İlk durağımız olarak yola çıkmadan bir gün önce Londra kitapçığında gezilecek yerlere bakınırken,
"BU TAM ZEYNEP'lik" diyerek Zeynep'i mesajladığım,
Sonuçta bir an önce gitmek için delirdiği,
Hafif gergin, çokça psikopat müze,
Hunterian Museum'a gittik..



Kişisel gizli çekimimi görüyorsunuz, evet o gördüğünüz raflardaki şeyler, kavanoza konulmuş bilumum hayvan, insan parçaları, kemikleri, ya da kendileri, organları, etc.

Alt katta normal parçalar,
Üst katta hastalık hastalık ayrılmış raflarda aynı hastalığa sahip bilumum organ..

Trajediyi şöyle anlatayım,
Kızamıktan ölmüş bir çocuğun kızamıklı derisini yansıtmak adına yüzünün üst kısmının derisi kavanozların birinde gerilmiş halde kirpikleri üstünde duruyordu.

Evet buraya güle oynaya gittik.
Evet, tuhafız biz,
Ama ne yapalım, hep biyoloji sevgisinden bunlar..

Ya da..


Böyle bir sevinç hali de var tabi..



O gün psikopatlığımız tuttu, mekanlardan çıktıkça saati not ettik.
Deliyiz ya biz, ama tatlıyız bak.

Bir sonraki adres;
Lincoln's Inn..

Tahminen turist olup da o mekanı gezmeye gelen tek insan evlatları bizdik.

Şöyle ki, mekan bildiğiniz avukatlık hanı,
Ama han derken tek bir binaya sıkışmış loser bi mekan hayal etmeyin,
Binalar bütünü, bilimum güzel mekanlar kompleksi diyelim,
Hatta Hogwarts.

İçeri girdik,
Tek turist biziz derken şaka yapmadım,
Hangi yayınevinin kitabını aldıysak,
Arkadaş Londra'nın yereli olsa gerek,
Baya bu da bizim yan sokak tarzı ne var ne yok yazmış,
Biz de bu ilçede şura varmış, e görelim, havasında olduğumuzdan,
Kendimizi bilumum takım elbiseli ciddi insan grubunun ortasında bulduk..

"Members only" havalı kütüphanenin önünde şapşal videolar çekerken
Japon kardeşimizin kopmasına bile sebep olduk.

Öyle bir yersiz neşe.

İçeriyi güzelce belledikten sonra, hırsımızı alamayıp kapıdaki amcalara yöneliyoruz,
Tamam binalar güzel de, birinin de içine girelim değil mi?

Amcaaa, herhangi birinin içine girebilir miyiz?
HAYIR.

Oldu o zaman.
Bir kısım İngiliz gerçekten yabancılardan hoşlanmıyorlar, bir diğer kısmıysa gayet tatlı ve cana yakın.

Arkadan gelen amca, Şapel'e girebilirsiniz diyor.

Komik kısmı, Şapel nerede bilmiyoruz, az önce altındaki otoparkı çektiğim binaymış meğer.
Biraz şapşal mıyız acaba?



Ama otoparkı şahane değil mi?

Temple Church, üçüncü adres..
Eskiden beleş olan sevgili mekanımız, Da Vinci'nin Şifresi filminde boy gösterdikten sonra sağ olsun 4 pound olmuş. Şanslı ki paralı olarak girdiğimiz ilk mekandı, düşünmeden verdik parasını..

4 pound nedir ki diyeceksiniz,
Ama mekan 20 metre kare arkadaş, tabi insan bir düşünmüyor değil..
Güzeldi bak, hakkını verelim..

12. yüzyıldan kalma şövalye mezarı vardı bak,
Güzelmiş değil mi?





Bir de Shakespeare'in 12. Gece Oyununun prömiyeri Temple Church'te yapılmış,
Dahası var mı?
Gidip 4 pound daha atasım geldi.






Temple sonrası tabii ki Zep acıkıyor, fotoğrafını koymamış olsam, büyük ihtimalle obez olduğunu düşünürdünüz.
Ama değil, hatta sinir bozucu derece zayıf bir insan kendisi.

Bazen bu çok yiyen zayıf insanların arkamızdan neler çevirdiklerini merak ediyorum.
Uykularım kaçıyor.

Yemeğe giderken, büyük mahkemeleri olan, Old Bailey'e de bir göz atıyoruz, bu arada ulaştığımız yer, Fleet Street..

Ah Fleet Street..

Adeta, al sana görkem diyor cadde,
Bir tek ben mi etkileniyorum diye insanların yüzlerine tek tek bakıyorum,
Bir ülkenin içinde yaşadıkça oraya alıştıkça, çevrenizdeki güzellikleri fark edemez oluyorsunuz, orası kesin..

Aynı bu hissiyatımı açıklayan, kaldığımız hostelin duvarına yapıştırılmış mükemmel bir söz vardı, şimdi unuttum, bulursam ekleyeceğim.

Yemek sonrası ben hayran hayran caddeye bakmaya devam ediyorum,
Caddenin sonunda biri beni bekliyor ki,
Kişisel görüşümce, Lonra'da gördüğüm en görkemli yer,
Ve en sevdiğim,
St Paul Katedrali..

Yolun sonunda görünmeye başladığı andan itibaren kendimi kaybettim desem, aynı sıralarda ilgisi hiç de artmış görünmeyen ZU. yalanlayamaz herhalde.

Arkadaş, ne yaptınız, bunu bana niye yaptınız,
Neden yanımda iki kalem kağıt getirmedim diye, bu kadar pişman ettiniz beni?
NEDEN?




Kara bahtımız kör talihimiz, fotoğrafta da görülen en üstteki normalde açık olan kubbe kısım - ki oradan tüm Londra gözüküyormuş - kapalıydı. Bir altındaki büyük kubbeye çıkabildik oradan da dışarısı gözükmüyor tabi, ama ilginç bir yer adı Fısıltı Odası..

Şimdi sevgili kardeşinizin rezil olduğu kısma geliyoruz.
İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Dünya'nın en saçma kararı oluyor kendisi, nitekim içeride diğer kiliselerden farklı bir teknik, aman ha flaş patlamasın yeni boyattık gibi bir durum yok.
İnanılmaz görkemli ve her yeri çekmek istiyorsunuz inadına da..

En altında, yani bodrum katında bir mezar ve anı bölümü var, ressamlar, şairler, sanatçılar ve eserin mimarı için yapılmış bir anı kısmı, tamam orada fotoğraf çekilmeyebilir, ancak diğer kısımlar için bu kural çok gereksiz..

Rezilliğime dönersek,
Fısıltı Odası'nda bir duvardan fısıldadığınız te öbür köşeden duyuluyormuş diye duyduk, haldır haldır yüzbilmemkaç merdiveni tırmandık, kubbeye vardık..
Oraya kadar çıkmışım bir fotoğraf çekmeyecek miyim? Çiçek Sarı'dan bahsediyoruz.
Tabii ki çekerim.

Önce tam Türk çakallığıyla, görevlinin çok yakınına oturup bir kaç fotoğraf almaya çalıştım, ruhu bile duymadı - her ne kadar resimler net çıkmasa da - sonra fısıltı işini deneyelim dedik, ben kubbenin diğer ucuna koştum.

Zeynep karşı duvara fısıldadı,
Vay arkadaş, bayılırım mühendislik, hakikaten yanımdaymış gibi sesi,
Etkileştik gülüştük, Türkçe şakalardan sonra, Zeynep de yanıma geldi..

Dedim ki, göreli taaaaa karşı uçta, oradan kalkıp beni uyarmaya gelene kadar ben fotoğrafımı çekerim yürür giderim bile.


Ah benim safım,
Ah benim mantıksızım.
Telefonu kaldırmamla, ilahi bir ses kulaklarımda çınladı..

"PLEASE TURN THE CAMERA OFF. NO PHOTOS."

Allah'ım sana geliyorum.
Sağa baktım sola baktım kimse yok, hala jeton düşmüyor.

"YES, YOU, TURN IT OFF."

Karşı duvara bakmayı o anda akıl ettim, görevli eğilmiş duvara fısıldıyor.
Yazıklar olsun bana da, çakallığıma da.

"CAMERA IS OFF" dedim hala aptala yatarak,

"TELEPHONE HAS A CAMERA. TURN IT OFF." dedi.

Tüh.


Boynu bükükler şeklinde St. Paul'den ayrıldıktan sonra, Zep nihayet şekercisine kavuştu, kardeşine ve kendine bilumum güzel şekerler depoladıktan sonra, eve doğru yol aldık.
Yol üstünde atladığım kiliseleri mekanları yazmıyorum tabi..

Yalnız bir kilisede koro çalışması vardı, orada Zeynep'in öyle mükemmel bir videosu var ki, keşke hepinize tek tek izletebilsem.. Canımın içi ya..

Akşam yemeğini Burger King'te yeme gafletinde bulunduk, az kalsın homelesslara yem oluyorduk,
Demek ki iyi bir fikir değilmiş..

Ve hostele dönmeden, son olarak Primark'a girip alışveriş çılgınlığına kapılalım dedik..
Primark.. 4 katlı, ucuz ve ötesi alışveriş mekanı..
Kıyafet ayakkabı çanta güzel güzel zibilyon tane şey, ve gerçekten ucuz, 4 pounda babet aldım ki, hala azar yemekteyim neden üç dört tane almadım diye..

Öğrenci zihniyeti.

2 pounda tişört bulup zıplayan teyzeyle dalga geçtik,
Sonra her gördüğümüz şeye bağrındık, bu da itirafım olsun, detaya girmeyeceğim. :D



Hostel'e pestil halde gelip yatağımıza yapıştık..
3. gün Hampton Court Palace.. Ama burası çok uzadı daha sonra anlatacağım..

Öpüldünüz sabahçılar..
ÇS*13


14 Haziran 2012 Perşembe

Sarı Olympos'tan Bildiriyor 3: Tsunami

Memleketim insanı çok Amerikan filmi izliyor arkadaş.


Bu arada baştan belirteyim de yalan olmasın, ne yazık ki artık Olympos'tan değil İstanbul'dan bildiriyorum. Olympos mevzusunu son bir toplayayım istediğimden serinin adını bozmayayım dedim.


Artık ne ne gün olmuştu iyice karıştı ama, tahmin edebileceğiniz gibi öncelikle şu deprem mevzusunu bir masaya yatıracağım.



Öncelikle Olympos'taki tüm tarihi kalıntıların açıklamalarında bir yerden sonra "bilmem kaçıncı yüzyıldaki depremden sonra nanayı yemiştir' şeklinde açıklamalar var, şimdi tüm gün bunları okuduktan sonra "a ah neden titriyoruz" demenin pek de bir anlamı yok, demek ki neymiş titrek bir araziymiş evvelden de.


Tabi orada kastedilen aradaki 1500 yılda olan bir iki çok büyük deprem ama, bir binaya da yangında tahrip oldu falan deyin arkadaş.


Velhasıl kelam Olympos'u ortadan ikiye bölen dere yatağının sağ tarafını sabahın 11inden itibaren sıcaktı güneşti demeden haldır haldır gezip işin cılkını çıkardıktan sonra, derenin olması gereken yerde şimdi akan kaynak suyunun çıkışına yani tam deniz kenarına, ama hani nerdeyse suyun içine - ki mısırcı çocuktan bile azar yedik bu sebepten - oturalım dedik. Maksat bir serinlik olsun.


Buraya kadar her şey güzeldi sağın solun fotoğrafını da tatlı tatlı çektikten sonra, bir kaç saniyeliğine yerde bi kıpranma oldu.


Tam bu noktada durup bu adrenalini yaşayan iki kişinin, yani ben ve arkadaşım Zeynep'in kişisel gerginlik özgeçmişine azcık değinmeliyim.


Zeynep her zaman için en kötü durumu aklına getirir.
Örneğin, başı ağrıyorsa her an ölebilir.


Ben ise olmayan olayları, hatta olma olasılığı olmayan olayları aklımda kurup kurup önce kendimi, sonra metabolizmamı, sonra çevremdekileri en üst seviyede germe kapasitesine sahip bir insanım.
Örneğin günde en az 7 kere telefonumu kaybettiğimi zannedip ortalığı telaşa veriyorum.
Hatta dün akşam telefonum elimde dururken, "ZEYNEP TELEFONUM NEREDE?!" diye bağırmış olabilirim.
Bağırdım.


Bu iki kişinin birbirini gerebilitesini siz hayal edin.


Titreme anına geri dönecek olursak;
İkimiz de titreşimi alında dönüp bir an için bakıştık.
Hani, "biriniz çok kötü bir biçimde gaz mı kaçırdı, yoksa Allah'ım sana mı geliyoruz?" bakışıydı
ya da klasik Amerikan filmi sahnesi olan
"Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?" bakışı.


Nitekim bakışların kendi arasında anlaşmasına karar veremeden toprak ana "alayına rest" diyerekten çılgın bir sarsıntıya tutuldu.


Şimdi yaşadığınız en büyük depremi düşünün.
Onun tam poponuzun altında olduğunu düşünün.
İşte duygu tam da bu.


Sarsıntı biter bitmez tüm sahil ayağa fırladık ama benim gözüm farklı bir yerdeydi.
Ufuk çizgisi.


Hani tsunami geliyorsa hemen göreyim de g.tüm g.tüm kaçmak için zamanımız olsun.


Şimdi öncelikle tsunamiden koşarak kaçılmaz. Bir gün başınıza gelirse dediydi dersiniz. Mazallah.
Peki bu kıza 16 yıllık eğitim öğretim hayatında kimse mi bu mantaliteyi öğretemedi.


O 3 saniyede aldığınız eğitim değil, izlediğiniz Amerikan filme sayısı ağır basıyor.


Sahil güvenlik edamla ufuk çizgisini kontrol edip tsunami yok diye emin olunca, kayalıkların altından yaka paça kaçan insanları görüp içimin yağlarını erittim.


Ne oldu hani şekerdiniz eriyordunuz, güneşin altına girmeyeyim diye sabah 5te havlu attınız da ne oldu.


Bu sabah haberlerde de tsunami korkusuyla araçlarına atlayıp dağa bayıra çıkan yurdum insanlarını gösterdi.
Ne diyeyim ki.. En azından suyu görürsek koşarız dememişler de kendilerince önlem almışlar izledikleri Amerikan filmlerini hesaba katarak.


Ben geçen yaz da denizde birden atlayan çok büyük bir balık görüp köpek balığı sanarak hızla sudan çıkmıştım.


Yani bende genel olarak bir Amerikan filmi gerginliği var.
Bak daha hiç zombi atağından falan gerilmedim ama.

Bu arada karanlıktan da korkmadığımı fark ettim.
Gece yarısı yine mükemmel bir sıfır aydınlatmayla kumsalın yolunu tutarken ne bir böcek kaygım vardı ne sağdan soldan çıkabilecek bir yaratık. Sanırım gözümün gördüğü şeylerden daha çok korkuyorum. Görmediklerimle ilgili bir gerginliğim yok.

Bir de kendi, kişisel istekleriyle, sahile kokulu kırmızı mumlar götürüp ambiyans yaratmayı beceren erkekler de varmış. Hafif bromance'e kaçıyor tabi ama ortamı birden çok kız basınca farklı bir hal aldı.

Hiç beklemediğiniz zamanlarda hiç beklemediğiniz şeyler olabiliyor.
Benim için çok uzun bir zamandır Dünya'nın en güzel yanı bu.

Ha bir de o kadar utanıyorum ki, ülkemin göbeğinde hala gezmediğim muhteşem mekanlar olduğu için. Mekan derken kutunun içine tıkılıp ritimsiz müzikler enjekte edilen leş kokulu modern mekan kavramından değil, doğanın içinde korunmuş doğal Dünya güzelliklerinden bahsediyorum tabii ki..

Tam da Karadeniz turu yapalım diye tartışırken, organizatörümüzün Karadeniz turu planladığından bahsetmesi, yine temiz kalpliliğimin bir sembolü diyorum, itici bir şekilde övünmek gibi olmasın.

Çatır çatır yeşillik gezsek fena mı olur?

Bu arada gelecek organizasyonun erken bir reklamını yaptığım için bence Osman'dan komisyon almalıyım.
Gelirseniz beraber de gezebiliriz bence,
Belki size de bir şiir patlatıveririm yeşillikleri görüp gaza gelir de..

Aklıma bir şeyler daha gelirse bir dördüncü yazı yerine buraya ekleyip tekrar tekrar yayınlayıp paylaşarak hepinizi taciz etmek istiyorum.
Belki de yazmam kendime saklarım.

Hepinizi öptüm yine,
İyi tatiller..

ÇS*12

12 Haziran 2012 Salı

Sarı Olympos'tan Bildiriyor 2: Özetler



Yine tuhaf bir saatte başladım yazmaya.
İki gündür ne çok lafım birikti söyleyecek, bilemezsiniz. Gerçi büyük ihtimalle çoğunu da anlatamayacağım ama olsun, bir yerden başlamak lazım.


Öncelikle Olympos gerçekten mükemmel bir yer.
Gezin görün, gezdirin gördürün..


10 numara 5 yıldız organizatörümüzün tatlı organizasyonlarına katılmayı nedense reddederek geçirdiğimiz iki günde Olympos'un çoğunu gezme şansı bulduk. Çoğunu diyorum ama aslında 2 yer kaldı yalnızca gitmediğimiz, neredeyse hepsini gezdik sayılır yani.


Ama tarzımız, safari, anlatılmaz yaşanır.
Sanarsın National Geographic'e çekim yapıyoruz.


Zibilyon tane fotoğraf çektim. Gönül isterdi ki hepsini göstereyim dize tek tek, ancak o zaman gitmiş kadar olursunuz zaten sürprizi kaçmasın, kendiniz gezin görün. Bir de en sevdiğim yanı, tatille gezi kavramlarını birleştiriyor olması, yani müze alanından geçerek denize gidiyorsunuz, daha güzeli var mı?


Önceki akşam Yanartaş'a çıktık.
Ancak mühendis olduğumuz kadar gerginiz de.
Yanartaş'ın temel olarak olayı şu, malum Olympos'ta Tanrılar yaşıyor. Bunlar kendi aralarında kapışırlarken ateş  püskürten bir mitolojik canlıyı öldürüyorlar burada ve inanışa göre bu sebepten burada sönmeyen bir ateş var. Aslen yeraltından çıkan bir gaz çıkış yerlerine ateş yaktığınız zaman alev alıyor olay bu. Bu arada Prometheus'tan hiç bahsetmeyen organizatörümüz Osman'ı kınıyoruz. Gerçi hikayenin bu kısmını da Vikipedia'dan okudu ama, olsun.


Tanrılardı mitolojik canlılardı, olay bilmem kaç bin yıllık peki Türk kafası ne yapıyor ateş çıkan yerde? Tabii ki sucuk pişiriyor. Çok ciddiyim. Gayet dağın aşağısında sucuk satıyorlar, biz daha önceden bildiğimiz için sucuğumuzu alıp gelmiştik. Bildiğin, şişe geçirdik sucukları hatur hutur pişirdik.. Çok keyifliydi ama bir de çıkış yoluna aydınlatma koysalardı çok tatlı olmaz mıydı?


Olayın gerginlik kısmı tam da burada gerçekleşti. Henüz dağın yamacında birikmiş tırmanmaya hazırlanırken yanımızdan çığlıklar eşliğinde öyle bir örümcek geçti ki, yarattığı adrenalin ve kalp çarpıntısı herkese tepeye kadar yetti.


Albino tarantula gördük.
Bildiğin tarantula bak, çatur çutur geçti yanımızdan.
Bir de oralarda çakal falan varmış, ama yolda tek bir ışıklandırma yok ve bir tarafınız da uçurum.
Eldeki fenerlerin tek kalem pille çalıştığı düşünülürse, yukarı varana kadarki sürece oluşan samimiyet ve kader birliğini hayal edebilirsiniz.


Ha bir de bir çocuk sönmeyen ateşi söndürdü.
Sonra tekrar yaktı.


Dün sabahtan Olympos'un arka sokaklarındaydık yine. Hayalimdeki "cennet"e yakın güzellikte yerler görmek zevk verdi.. Siz bu tarz şeylerden hoşlanır mısınız bilemiyorum tabi, doğa olsun tarih olsun.. Ben çok fazla dünya insanıyım sanırım, dünyadan olan her güzel şeye hayran kalıyorum.


Sonra çirkinleşip bir sürü fotoğraf çekiyorum, bu güzelliğin bir kısmını da yanımda götürebilmek için..


Teknolojik çocuktan bahsetmiştim, bize bilgisayarı açmayı göstermeyi teklif eden..
Yeni teklifi bizi "köpük partisi" olan discoya götürmek oldu.
Gerçekten bir kademe atlamış değil mi? Canım yazık, boynu bükük kaldı, olsun kendisini seviyoruz, wireless şifresini verdi daha ne yapsın.


Ancak bizim Osman'da şeytan tüyü var.
İki güzel laf etti kendimizi Gölge Bar'da bulduk.


Gölge Bar.
İsme koş.


Bu arada barın solistinin sesi gerçekten 10 numaraydı ancak 80'ler popla bir yere varamaz.


Beklenmedik temassal davranışların itici olmayabileceğini de ilk kez Osman'da gördük. Bu konuya hiç girmeyeceğim. Ama siz anlatmışımcasına gülün.


Sonuçta bugün, yani son dolu dolu günümüzde deniz kenarında yatıp yuvarlanmayı tercih ettik.


Aaa asıl depremi anlatmadım size, ama bu yazı çok uzadı, onu da serinin üçüncü ve son yazısında, belki İstanbul'da anlatırım.


Siz siz olun elbisenin içine kazak giymeyin.
Bir de aptal bir insanın yanında akıllı davranmak akıllılık değildir.
Ne alaka diyeceksiniz, iki günlük çıkarımım diyelim.


Hiç yıldız kayması göremedim, ancak ilk gördüğümde hepimiz için güzel bir şey dileyeceğim merak etmeyin:
Öptüm.


ÇS*12

9 Haziran 2012 Cumartesi

Sarı Olympos'tan Bildıriyor 1: Kamaramızdan..


Perdeyi açıp bakmadığımız sürece, evet bir gemi kamarasındayız.

Biraz lüks düşkünlüğüm var, inkar etmenin anlamı yok, ancak oda küçük dediklerinde gerçekten bu kadar küçük olduğunu hesaba katmamıştım.

Hayal gücüm geniş arkadaş, ben ne yapayım.

Olympos'ta tatlı tatilimizin bugün birinci günü, oh muradına erdin dediğinizi duydum, saklamayın. Çok uzun bir yolculuktu, Allah sizi inandırsın, bitmedi be arkadaş. Üstelik nasıl bir uyku kokusu otobüsü sardıysa ben bile sabahın ilk ışıklarını gördükten hemen sonra az da olsa uykuya yenik düştüm.. Antalya'da kahvaltımızı yaptık ağaç evlerimize geçmeden önce ki, o apayrı anlatılması gereken bir mesele.

Meğer üniversite gençliği ne açmış arkadaş. Şimdi geziye gelip de bunu okuyan biri rastgelirse diye endişe yapmıyorum, çünkü kimsenin bunu inkar edebileceğini sanmıyorum. 70 kiloluk  tabaklar taşıyan 35 kiloluk kızlar gördüm arkadaş. O yemekleri nerelerine yediler bilemiyorum. Açık büfenin de bir sınırı var yani.. Her neyse..

Ağaçevlerimize vardık, anahtarımızı aldık, odamıza geldik ki, arkadaşım ve benim özel şanşımızdan ötürü olsa gerek, öncelikle bungalowumuz sağa 15 derece eğimli çıktı. Bu şöyle bir duruma sebep oluyor ki, kapılarımızı açarken yalnızca kolu indirmemiz yeterli, yollarını kendileri buluyorlar. Odada yalnızca iki yatak ve bir tuvalet var, ki yatakların samimiyeti de hesaba katılırsa, özellikle iki erkek tatile gelen arkadaşlarımızın ne tür bir "bromance" içinde olduklarını şiddetle merak ediyoruz. Tercih değiştireceklerini düşündüğümüz bir çift erkeğimiz hali hazırda var bile..

Şaka bir yana, gemi kamarasına benzeyen odamızdan gayet memnunum, küçük bir seviyede gerginlik verse ve dağ yamacında olsa da.. (Kafamıza bir kaya yuvarlanırsa Allah korusun, son yazımı okuyanlar olarak 3. sayfaya geçersiniz artık..) Benim pastoral tavrım, yersiz minimalliğim için ideal bir yer. Çiftimi alıp kimsenin haberi olmadan yuvarlanıp gidebilirim mesela, sonra gelsin şiirler.

Bu arada sırtım tek günde ıstakoz kıvamına geldi, gözünü sevdiğimin Akdeniz güneşi, yıllardır Ege güneşinde insanın 2 saatte pancar olabileceğini unutmuşum.

Bir de bugün aslında soğuk deniz sevdiğimi farkettim. Malum Enez'imizde denizimiz kapıyı -10 ile açıyor, birden Akdenizin 20 derecelik denizini yadırgadım tabii.. Denizin güzelliğinden bahsetmeme gerek yok..



Bugün cumartesi olduğu için hafiften bir apaçi trafiği de vardı amma yarından sonra ortamın daha güzelleşiceğine inanıyorum.


Bu arada son zamanların en tatlı ve en sosyal organizatörünü de her nerde yaşıyor ya da yaşatılıyorsa, bir şekilde bu yazıyı okuyorsa tebrik ediyorum. Bir tanesin, cansın, teksin. Hatta canımızın içisin, gözümüzün nurusun, neden seni iki günde bu kadar çok sevdik açıklayamıyorum bile. Ayrıca çiftin de dümdüz söyleyişle 10 numara bir hatun ne diyeyim. Tatlısınız arkadaş. 


Bu arada kavuniçine konulan dondurmayla resmen evlenmek istiyorum.

Kimsenin mani olacağını sanmam, yapılışını 5 yıl önce gördüğüm şapşal şeyi, her yaz unuttuğum için ilk kez denememin kısmeti bu güneymiş.. Arada bir kokulara aşık olurum ben, arada bir renklere, bu kez kavuniçinde dondurmaya aşık oldum, ne yapayım, gönül bu.. Siz de tanısanız çok severdiniz bak.



Ha bir de teknolojik çocuk var, canımın içi, şuan ki wirelessımın sebebi, kendisine atılgan tavrı ve internet şifresi için teşekkürü bir borç biliyorum. Teknolojik bir sorun olursa, "bilgisayarı açamazsak" yardım edermiş, canım ya, mühendisiz biz bak.. Olsun, teklifine sağlık..

Bu arada sanarsın okul gezisi değil, random tur. He bir de kaynakçılar var o konuya girmeyeceğim bile.



Bu akşam dans zımbırtısı vardı, biz odamızda meyveli şarabımızı yudumlayıp gülmeyi tercih ettik.. Şuan hatta size kadehimi kaldırıyorum, hatta gerçekten kaldırdım, şerefinize..

Yarın tekne gezimiz var, ama nedense caymanın eşiğindeyiz, bence sabah tatlı organizatörümüz bizi ikna eder.

Canım kavuna dondurma koyma fikrini kendi fikri sandı bugün, o da insan.



Akşam ne olursa olsun, Olympos'un tepesine çıkıp sönmeyen ateşi göreceğiz, sonra mitoloji kokan bir methiye dizerim bence, malum aşka geliyorum böyle yersiz zamanlarda..


Bir de sucuk şarap partisi varmış, daha ne isterim ki.. 
Kadehimi tekrar kaldırıyorum bu programa..


Kamaramızda klima var. Daha mutlu olamazdık..


Sizi öpüyorum, habitatta elenmezsem ya da yabani bir örümceğin ısırışıyla örümcek kadına dönüşmezsem, yarın yine görüşürüz, sevgiyle kalın.

Akdeniz akşamları bir başka oluyor.

Şarabım da karadutlu.
ÇS*12