komik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
komik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2013 Cumartesi

Büyükmüş Londra Meselesi, 3: Yaban Çakalı..


Öncelikle Yandex Rusya'sını kullanan blogumdan tam olarak ne anladıklarını kestiremediğim ama blogu çılgınca ziyaret eden Rus kardeşlerimi, ve/ve ya Rusya'da yaşayan keyiflerinin tıkırında olduğunu düşündüğüm Türk kardeşlerimi, bloga olan ilgilerinden ötürü tebrik ediyor, hepsini öpüyorum.

Davay davay can Oksana.


Bu kısa ilişikten sonra mevzuumuza geri dönüyorum,
Ne diyorduk..
Londra..


Neden 5er ay arayla yazabildiğimi sorgulamayın artık,
Son sınıfız şurada değil mi,
Haliyle zibilyon tane işle uğraşıyorum,
Ha, "Hadi canım oradan, sabah akşam Facebook'tasın görüyoruz artistik yapmanın anlamı yok." gibi çıkışlar yapmayın, her halde ot gibi ders çalışıyorum demiyorum,
Hayatımın hangi döneminde öyle yapabildim ki zaten,
Sadece size iki şakalı yazı yazmak için kafamı toplayacak, neşelenecek zaman bulamayabiliyorum..

Neyse,
Amma açıklattınız he..

Londra..
İkinci ve üçüncü günü beraber anlatıp biraz işleri hızlandırsam diyorum ama,
Çenem bir açılınca kapanmıyor ki,
Her ayrıntıyı vereyim istiyorum,
Sapık mıyım acaba..


30 Ocak 2013 - Bloomsbury, Londra

Bir önceki günün teknik sıkıntılardan dolayı elenmesinden sonra 2. güne 8-9 maddelik çılgın bir planla başladık.
Çılgın diyorum,
Çılgın işler yapacağımız ya da yaptığımız için değil,
O kadar gezilecek yeri bir güne sığdırmaya çalıştığımız için,
Elimizde haritalar, bu kez kahvaltıyı Starbucks'a bırakarak çıktık yola..


Starbucks'ın şu kupaya isim yazma fantezisi yok mu..
Hostelimizin hemen yakınında, British Museum'um karşısındaki Starbucks'ta çalışan sevgili zenci kardeşimizi çabasından ötürü takdir ediyorum..
Ve Zeynep'le beraber yeni isimlerimizi takdim ediyorum..



Evet, bundan sonra, Çiçek ve Zeynep değil, Love ve ZanHab'ız.
Olabilir tabi, iyi niyetine sağlık.

- Whats your name?
- Çiçek
- Ok, Love.

En güzeli, Zeynep'i yazmaya çalışması bence,
Genel olarak Zeynep daha yaygın bir isim olduğu için, ertesi gün de gelişimizde daha az yadırgandı, ben yine mükemmel bir şekilde yazıldım, ona da sonra geleceğim..


İlk günki loserlığımızdan sonra, yardımsever ve turistsever kasiyerler görmek, güzel bir kahvaltı etmek,
Dışarda hafif hafif yağmur yağması ve en güzeli de,
Zeynep'in keyfinin çok yerinde olması,
Pahabiçilemezdi..

Bir günden daha fazla ne bekleyebilirim ki..

Bir dakika Yavuz'un bana bir sürprizi vardı değil mi?!
Düşünmemeye çalışmak en iyisi çünkü ben gergin bir insanım,
Bu çocuk tek başına ne yapacak, biz dönünce ne yer ne içer, nereye gider derdini kime sorar..
Hişşşşş.


İlk durağımız olarak yola çıkmadan bir gün önce Londra kitapçığında gezilecek yerlere bakınırken,
"BU TAM ZEYNEP'lik" diyerek Zeynep'i mesajladığım,
Sonuçta bir an önce gitmek için delirdiği,
Hafif gergin, çokça psikopat müze,
Hunterian Museum'a gittik..



Kişisel gizli çekimimi görüyorsunuz, evet o gördüğünüz raflardaki şeyler, kavanoza konulmuş bilumum hayvan, insan parçaları, kemikleri, ya da kendileri, organları, etc.

Alt katta normal parçalar,
Üst katta hastalık hastalık ayrılmış raflarda aynı hastalığa sahip bilumum organ..

Trajediyi şöyle anlatayım,
Kızamıktan ölmüş bir çocuğun kızamıklı derisini yansıtmak adına yüzünün üst kısmının derisi kavanozların birinde gerilmiş halde kirpikleri üstünde duruyordu.

Evet buraya güle oynaya gittik.
Evet, tuhafız biz,
Ama ne yapalım, hep biyoloji sevgisinden bunlar..

Ya da..


Böyle bir sevinç hali de var tabi..



O gün psikopatlığımız tuttu, mekanlardan çıktıkça saati not ettik.
Deliyiz ya biz, ama tatlıyız bak.

Bir sonraki adres;
Lincoln's Inn..

Tahminen turist olup da o mekanı gezmeye gelen tek insan evlatları bizdik.

Şöyle ki, mekan bildiğiniz avukatlık hanı,
Ama han derken tek bir binaya sıkışmış loser bi mekan hayal etmeyin,
Binalar bütünü, bilimum güzel mekanlar kompleksi diyelim,
Hatta Hogwarts.

İçeri girdik,
Tek turist biziz derken şaka yapmadım,
Hangi yayınevinin kitabını aldıysak,
Arkadaş Londra'nın yereli olsa gerek,
Baya bu da bizim yan sokak tarzı ne var ne yok yazmış,
Biz de bu ilçede şura varmış, e görelim, havasında olduğumuzdan,
Kendimizi bilumum takım elbiseli ciddi insan grubunun ortasında bulduk..

"Members only" havalı kütüphanenin önünde şapşal videolar çekerken
Japon kardeşimizin kopmasına bile sebep olduk.

Öyle bir yersiz neşe.

İçeriyi güzelce belledikten sonra, hırsımızı alamayıp kapıdaki amcalara yöneliyoruz,
Tamam binalar güzel de, birinin de içine girelim değil mi?

Amcaaa, herhangi birinin içine girebilir miyiz?
HAYIR.

Oldu o zaman.
Bir kısım İngiliz gerçekten yabancılardan hoşlanmıyorlar, bir diğer kısmıysa gayet tatlı ve cana yakın.

Arkadan gelen amca, Şapel'e girebilirsiniz diyor.

Komik kısmı, Şapel nerede bilmiyoruz, az önce altındaki otoparkı çektiğim binaymış meğer.
Biraz şapşal mıyız acaba?



Ama otoparkı şahane değil mi?

Temple Church, üçüncü adres..
Eskiden beleş olan sevgili mekanımız, Da Vinci'nin Şifresi filminde boy gösterdikten sonra sağ olsun 4 pound olmuş. Şanslı ki paralı olarak girdiğimiz ilk mekandı, düşünmeden verdik parasını..

4 pound nedir ki diyeceksiniz,
Ama mekan 20 metre kare arkadaş, tabi insan bir düşünmüyor değil..
Güzeldi bak, hakkını verelim..

12. yüzyıldan kalma şövalye mezarı vardı bak,
Güzelmiş değil mi?





Bir de Shakespeare'in 12. Gece Oyununun prömiyeri Temple Church'te yapılmış,
Dahası var mı?
Gidip 4 pound daha atasım geldi.






Temple sonrası tabii ki Zep acıkıyor, fotoğrafını koymamış olsam, büyük ihtimalle obez olduğunu düşünürdünüz.
Ama değil, hatta sinir bozucu derece zayıf bir insan kendisi.

Bazen bu çok yiyen zayıf insanların arkamızdan neler çevirdiklerini merak ediyorum.
Uykularım kaçıyor.

Yemeğe giderken, büyük mahkemeleri olan, Old Bailey'e de bir göz atıyoruz, bu arada ulaştığımız yer, Fleet Street..

Ah Fleet Street..

Adeta, al sana görkem diyor cadde,
Bir tek ben mi etkileniyorum diye insanların yüzlerine tek tek bakıyorum,
Bir ülkenin içinde yaşadıkça oraya alıştıkça, çevrenizdeki güzellikleri fark edemez oluyorsunuz, orası kesin..

Aynı bu hissiyatımı açıklayan, kaldığımız hostelin duvarına yapıştırılmış mükemmel bir söz vardı, şimdi unuttum, bulursam ekleyeceğim.

Yemek sonrası ben hayran hayran caddeye bakmaya devam ediyorum,
Caddenin sonunda biri beni bekliyor ki,
Kişisel görüşümce, Lonra'da gördüğüm en görkemli yer,
Ve en sevdiğim,
St Paul Katedrali..

Yolun sonunda görünmeye başladığı andan itibaren kendimi kaybettim desem, aynı sıralarda ilgisi hiç de artmış görünmeyen ZU. yalanlayamaz herhalde.

Arkadaş, ne yaptınız, bunu bana niye yaptınız,
Neden yanımda iki kalem kağıt getirmedim diye, bu kadar pişman ettiniz beni?
NEDEN?




Kara bahtımız kör talihimiz, fotoğrafta da görülen en üstteki normalde açık olan kubbe kısım - ki oradan tüm Londra gözüküyormuş - kapalıydı. Bir altındaki büyük kubbeye çıkabildik oradan da dışarısı gözükmüyor tabi, ama ilginç bir yer adı Fısıltı Odası..

Şimdi sevgili kardeşinizin rezil olduğu kısma geliyoruz.
İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Dünya'nın en saçma kararı oluyor kendisi, nitekim içeride diğer kiliselerden farklı bir teknik, aman ha flaş patlamasın yeni boyattık gibi bir durum yok.
İnanılmaz görkemli ve her yeri çekmek istiyorsunuz inadına da..

En altında, yani bodrum katında bir mezar ve anı bölümü var, ressamlar, şairler, sanatçılar ve eserin mimarı için yapılmış bir anı kısmı, tamam orada fotoğraf çekilmeyebilir, ancak diğer kısımlar için bu kural çok gereksiz..

Rezilliğime dönersek,
Fısıltı Odası'nda bir duvardan fısıldadığınız te öbür köşeden duyuluyormuş diye duyduk, haldır haldır yüzbilmemkaç merdiveni tırmandık, kubbeye vardık..
Oraya kadar çıkmışım bir fotoğraf çekmeyecek miyim? Çiçek Sarı'dan bahsediyoruz.
Tabii ki çekerim.

Önce tam Türk çakallığıyla, görevlinin çok yakınına oturup bir kaç fotoğraf almaya çalıştım, ruhu bile duymadı - her ne kadar resimler net çıkmasa da - sonra fısıltı işini deneyelim dedik, ben kubbenin diğer ucuna koştum.

Zeynep karşı duvara fısıldadı,
Vay arkadaş, bayılırım mühendislik, hakikaten yanımdaymış gibi sesi,
Etkileştik gülüştük, Türkçe şakalardan sonra, Zeynep de yanıma geldi..

Dedim ki, göreli taaaaa karşı uçta, oradan kalkıp beni uyarmaya gelene kadar ben fotoğrafımı çekerim yürür giderim bile.


Ah benim safım,
Ah benim mantıksızım.
Telefonu kaldırmamla, ilahi bir ses kulaklarımda çınladı..

"PLEASE TURN THE CAMERA OFF. NO PHOTOS."

Allah'ım sana geliyorum.
Sağa baktım sola baktım kimse yok, hala jeton düşmüyor.

"YES, YOU, TURN IT OFF."

Karşı duvara bakmayı o anda akıl ettim, görevli eğilmiş duvara fısıldıyor.
Yazıklar olsun bana da, çakallığıma da.

"CAMERA IS OFF" dedim hala aptala yatarak,

"TELEPHONE HAS A CAMERA. TURN IT OFF." dedi.

Tüh.


Boynu bükükler şeklinde St. Paul'den ayrıldıktan sonra, Zep nihayet şekercisine kavuştu, kardeşine ve kendine bilumum güzel şekerler depoladıktan sonra, eve doğru yol aldık.
Yol üstünde atladığım kiliseleri mekanları yazmıyorum tabi..

Yalnız bir kilisede koro çalışması vardı, orada Zeynep'in öyle mükemmel bir videosu var ki, keşke hepinize tek tek izletebilsem.. Canımın içi ya..

Akşam yemeğini Burger King'te yeme gafletinde bulunduk, az kalsın homelesslara yem oluyorduk,
Demek ki iyi bir fikir değilmiş..

Ve hostele dönmeden, son olarak Primark'a girip alışveriş çılgınlığına kapılalım dedik..
Primark.. 4 katlı, ucuz ve ötesi alışveriş mekanı..
Kıyafet ayakkabı çanta güzel güzel zibilyon tane şey, ve gerçekten ucuz, 4 pounda babet aldım ki, hala azar yemekteyim neden üç dört tane almadım diye..

Öğrenci zihniyeti.

2 pounda tişört bulup zıplayan teyzeyle dalga geçtik,
Sonra her gördüğümüz şeye bağrındık, bu da itirafım olsun, detaya girmeyeceğim. :D



Hostel'e pestil halde gelip yatağımıza yapıştık..
3. gün Hampton Court Palace.. Ama burası çok uzadı daha sonra anlatacağım..

Öpüldünüz sabahçılar..
ÇS*13


19 Şubat 2013 Salı

Büyükmüş Britanya Meselesi, 2 : Macera Dolu Londra


29 Ocak 2012 - Bloomsbury, Londra

"Çiçek ben dün gece hiç uyumadım."

Zeynep'ten duyulabilecek daha kötü bir cümle yok.
Kişisel kelime haznesinin sahip olduğu en can sıkıcı cümle düzeni.

Açıkçası ilk günü nasıl atlattık hiç hatırlamıyorum, gittiğimiz yerleri fotoğraflarda gördükçe "buraya da mı gitmişiz" deyip durdum.
Sanırım kendi sıkıntılarımdan çok yanımdakiler sıkıntı çekince aptallaşıyorum.

Çünkü kendimi sallamayabilirim,
Ama Zeynep benim bebeğim onu nasıl sallamayayım, acıktım deyince beslemeyeyim, yoruldum deyince uyutmayayım değil mi?
Hepiniz benim bebeklerimsiniz.

Şakası bir yana, Zeynep'i hiç uyumadığı gecenin akabinde aktif bir şekilde güne katılmaya çabaladığı için tebrik ediyorum, normalde yapmayacağı  davranıştır, değerimi biliyor kendisini öpüyorum.


İlk günümüzde random takılalım dedik, bunu yapmayın.
Çünkü ilk kez gittiğiniz bir yerde randomlığın haddi hesabı dur durağı olmayabiliyor.
Sonuçta hem her yeri görmüş gibi hem de hiçbir yeri görememiş gibi hissediyorsunuz.

Ha bir de polisten başbakanın oturduğu sokağı bilmediğiniz için azar yiyebiliyorsunuz, onu hiç hesaba katmayacağım.

Ona gelmeden önce,
Sokağa ilk bir çıktık,
Zeynep, biz nerdeyiz Çiçek dedi, hakikaten biz nerdeydik arkadaş,
Niye geldik, ne işimiz var burada,
İnsan gerçekten bir tuhaf oluyor.

Hem aynı yerde yeni bir güne uyanmışınız gibi,
İnsan aynı insan yol aynı yol,
Hem de şaka gibi,
Yüz ölçümünü ne kadar uzakta olduğunu bilirdim de nasıl düştüm içine acaba diye afallıyorsunuz.

Herhangi bir şekilde alışabileceğim bir duygu olduğunu düşünmüyorum.

Her köşeyi döndüğümde Taksim meydanını görebilirim hissi..


Arkadaş o sokaklar ne kadar güzel yahu.
İlk kez yurtdışına çıkışım demiştim ya,
Neler kaçırmışım arkadaş benim,
Benim gibi sanatçı adamın ne işi var her gün aynı şehirde?

Bırakın beni, gezeyim göreyim..
Bir şehir gezdim, dönüşte bir resim yaptım, - daha bitmese de - , öncekilerden o kadar farklı ki, şaşarsınız..

İlk durağımız Westminster,
Birinci günden Big Ben'i görelim de rahatlayalım dedim
Ya da belki İngiltere'de olduğuma ikna olmak istemişimdir, o da bir olasılık..





Westminster Manastırı'nı gezemedim, Big Ben'in içini görmek için kuyruğa da giremedim, bir dahaki gidişimde yapacağım, bunlar da sözlü kanıtı olsun kendime verdiğim sözün, hadi bakalım.

Her yerde sinir bozucu şahanelikte bir mimari,
Bir ikinci üzüldüğüm konu da buraları ablamla gezememiş olmak oldu,
Yanımda spontane bilgi veren bir mimar bulundurmak gerçekten havalı olabilirdi değil mi?

Şuan Rafet El Roman'ı çok iyi anlıyorum sanırım.

Bak tuhaf bir bilinç açıklığı anı yaşıyorum fark ettiniz mi, Rafet El Roman'ın hislerini paylaştım az önce, Macera Dolu Amerika şarkısını yazarken.

Şuan anlattıklarım ve anlatım biçimim doğrultusunda aynı şekilde İngiltere'ye bir şarkı yazabileceğimi hissettim,
Çünkü tamamen aynı kafa,
Adam ülkeye ilk kez girmiş ne görse yazıyor, arkadaşına sesleniyor,

A Memo,
Burası New York Amerika,
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam nasıl bir zaman -  Bak aynı bakış açısı adam önce evlerden etkileniyor, farklı gelmiş çünkü.

A Memo,
İnsanlar simsiyah kızıl beyaz
Sokaklar basketbol müzik ve dans - Sonra insanlar farklı gelmiş onu yazıyor, ben de birazdan insanların tuhaf davranışlarını anlatacağım mesela..

Anladım şimdi vallahi, hakkını yemişiz El Roman.
Soyadı neden İspanyol soyadı, o konuyla hala bağlantı kuramıyorum ama..

Mesela ben yazsam şöyle olurdu,
O tam Westminster'a ilk ayak bastığım anda..

A Memo,
Burası Westminster, Londra
Müzeler karıştı sokaklara
Nasıl bir bina, nasıl bir havaa

A Memo,
İnsanlar Hintli, İtalyan ve Laz
İngilizler nerede acaba?
Nasıl bir yaşam aa Memooooo..

Zeynep ilk bir saat içerisinde acıkınca, ilk atılımını yapıp bir polise en yakın McDonalds'ı sordu.
Evet, yaptık bunu,
Ya ne yiyeceğdik?

Trafalgar'da dedi British aksanıyla kimseyi yanıltamayan Hintli polis,
Bak burası ayarı yediğimiz nokta,
Gideceksiniz değil mi Trafalgar'a dedi,
Evet dedik,
Downing sokağına?
Şimdi o aksanınla önce nereyi söylediğini önce anlamam için bir es ver, ama abimiz boş bakışlarımızdan yararlanıp hemen ayara geçti,

What the fuck are you talking about bitchez, what in the world you dont give a shit about where our mfucking prime minister is living?

Tabii öyle demedi ama, demiş kadar oldu,
Downing Street No:10 Londra'nın en meşhur yeridir kendinize çeki düzen verin dedi,
Yazıklar olsun sana polis,
Şehirde bir milyon tane güzel olağanüstü yer var, gitti en meşhur yerimiz Başbakanın oturduğu sokak dedi,
Bana ne?
Sen bizim başbakan nerede oturuyor biliyor musun?
Seni geç ben biliyor muyum acaba nerede oturuyor, ya da hiç umrumda mı acaba bunu sorgula önce bir?

Önünden geçip giremediğin sokağın ne havasını attıysa bize,
Neyse ki McDonalds'ın yerini söyledi en azından..


Alınmamaya çalışarak, Trafalgar meydanına yol aldık,
McDonalds'ı bulduk bulmasına, ama oranın McDonalds olduğunu kabullenmek için Zeynep'in neredeyse dışarı çıkıp tabelaya ikinci kere bakması gerekti..

Yanımızdaki adam BigMac istemese, herhalde yok diye çıkabilirdik,
Bir tabela asaydınız keşke ya Allahsızlar.


Neyse,
Trafalgar Meydanı,
Arkadaş her yer güzel, hani şusu güzel şöyle şahane diyeceğim ama, heryer güzel ne anlatsam bilemiyorum..
National Gallery, tam da meydanda, bugün burayı gezelim dedik hazır gelmişken..





İçeride 12. yüzyıldan 18,19. yylara kadar bir çok ünlü ressamın pahabiçilemez orjinal tabloları var..

Şimdi anladınız mı resmim nasıl ilerledi?
Havasından suyundan değil yani,
Bir de en gıcık olduğum, ki ikinci gidişte kesin olarak ben de yapacağım,
Adamlar müzelerine defteri kalemi alıp geliyorlar, her müzede oturmak için katlanabilir tabureler, şak aç otur Michelangelo'nun önüne, başla çizmeye..

Bizde nerdeeeee.. O kadar çok kıskandım ki, müzelerin başına bir iş gelmese bari..

O tablolarda o kadar çılgın detaylar vardı ki,
Geri dönüp şimdiye kadarki çalışmalarıma baktım,
Bu değil, bunlar değil, bu olmaz, dedim.

Bunu yaptım, oldu..
Tabii henüz bitmedi, kendisi Anne Boleyn olacak, o konuya 3. gün yazısında geleceğim..

O kıyafetlerin kumaşları,
Nasıl bu kadar gerçekçi acaba, bir de ağaç üzerine yapıldığını bilmiyordum çoğu resmin,
İnsan kendine ne kadar da çok şey katabiliyor gezerek..

Çok gezen bilir.

Da Vinci'ler, Van Gogh'lar, Michelangelo'lar, Caravaggio'lar,
Hepsi dile geldi, el verdiler, hala şaşkınım..
Resmi seviyorum arkadaş..

İki saate yakın gezdik galeriyi, Monet'yi nasıl göremedim hala kendime bir anlam vermiş değilim, o da bir daha ki sefere inşallah..

Her ne kadar sürekli aktarma yaparak metro hattında fiti fiti şehri boylu boyunca gezmek keyifliyse de,
Hayatımda yürümediğim kadar yürüdüm Londra'da, yürümeyi tercih ettik..
Kişisel hayatımda bir ilk,
Bana çılgın bir aktiflik kattı ama..

Tüm sokaklar elinizdeki haritalara harfi harfine uyacak kadar düzenli,
Ferah,
Gösterişli,
Ve bomboş olunca, yürümek dünyanın en güzel aktivitesi oluyor..





İstanbul'u neden böyle gezmedik diye o kadar utandık ki,
Dönüşte bir kitapçık alıp turist gibi memleketimizi gezme kararı aldık Zeynep'le.

Çok yakında bunu yapmaya başlayacağız, size günü gününe anlatırım zaten, merak etmeyin..

Dönüş yolunda Covent Garden Market'ta,
Ki açık alışveriş alanımsı gibi tam da tanımlayamadığım bir mekan oluyor kendisi, Zeynep ikinci Türk'ümüzü buldu.

Zeynep Türk magneti dedim ben.

Atınca uzayan, yapış yapış saydamımsı ıyıl ıyıl tuhaf bir oyuncağı denemek için tezgahın başında durduk, Zeynep'i satıcıyla başbaşa bırakıp sağa sola bakarken, adamın Türk olabilitesinden kıllanan Zeynep, kıtır attı..

"Çiçek gelsene, çok güzel bunlar."

Satıcı: "GEL ÇİÇEK GEL SEN DE BAK."

Çocuk bildiğin Zeytinburnu'ndan otobüse binmiş Covent Garden'da inmiş, bu kadar da Türk olunmaz ki arkadaş. Nitekim tezgahın asıl sahibi olan İngiliz görünümlü Türk çocuğu da biraz sonra geldi,

"Hadi bizim Türkçe'miz bozuk da sen neden böylesin." cümlesiyle bizi uzun süre güldürmeyi de başardı..
Sonuçta da 3 tanesi 5 pound olan oyuncağı, 4 tanesi 5 pounddan saydı, siftahı da biz yaptırdık akşamın 5'inde nasıl tutunduklarını şimdi bir düşünmedim değil..

Akşam yemeğini yolumuza çıkan bir İtalyan restoranında yedik,
Yemek şahane olmasa da, Türk olduğumuzu öğrenince heyecanlanan ahçı/kasiyer/garson/mekan sahibi abimizin benim de Türk arkadaşım var çıkışı güzeldi..
Bana ismi doğru yazıp yazamadığı sordu..
Antalya'da tanışmış arkadaşıyla..
İsim: Deniz Hayta..

Hayta..
Hocam nerede tanıştınız kendisiyle acaba çünkü bu çok önemli bir ayrıntı.

Ah canım ya..

Ve yurda varmadan önce, KORE MARKETİ BULDUK.
Bunu çok heyecanlandığım için büyük harfle yazmadım.
Zeynep çok heyecanlandığı için büyük harfle yazdım.
Ama Kore'li abimiz de bize adaptör bulduğu için onu da öpüyorum buradan..
Gerçi kendisi adaptörün ne işe yaradığından bir haberdi ama, olsun iyi niyetine sağlık.

"Biz Türkleri çok severiz." dedi,
"Biz de Korelileri." dedi Zeynep, amca nedense pek inanmadı, oysa karşısında Koreliseverler Derneği kurucu başkanı duruyordu, tanıyamadı herhalde zavallıcık..


Yurda elenik döndük,

Gecenin sürprizi Yavuz (yarim)  Londra'ya geliyor.
!?!?
Buna sonra döneceğim..

Yurdun tatlı mutfağında, Zeynep aldığı sodayı açarken küçük bir fıskiye şov yaptı, ki bunu kelimelerle anlatamam, keşke hepinize tek tek videoyu izletebilsem,
Ertesi günün çılgın planını oluşturduktan sonra, sapık gibi uyuduk.

Yatağa iz çıkarırcasına yapışmayı daha kibar bir sıfatla anlatamam ki.

The End.

Üçüncü gün ilerleyen günlerde..
Öpüldünüz tatlılar..
İyi geceler hepinize..

ÇS*13





13 Eylül 2012 Perşembe

Bozcaada Sahillerinde Bekliyorum, 3: Evden..

Ve döndüm.

Zaten o 'ö' ve 'ü' beni ele verdi değil mi, ah bu Türkçe karakterler..
Özlemişim ama..


Bozcaada'dayken pek fazla yazacak vaktim olmadı, oysa anlatacak mesele çoktu,
Fakat öyle mükemmel ve ısrarla uymaktan şaşmadığımız bir günlük programımız vardı ki,
Hiçbir köşesine yazı yazmayı sığdıramadım..

Bir kez denizde yazabildim, o da malum kuzen güneşlenirken..


O halde bilenlerinize bilmeyenlerinize, Bozcaadamızı az buçuk daha anlatmaya devam edeyim..
Tadı henüz damağımdayken, gerçek anlamda, az önce gelincikli lokum yedim de..
Ah Bozcaada..


İlk gün mükemmel bir şey oldu.
Fotoğraf makinamın çalışmadığını fark ettim, ne tatlı değil mi?
Ben ki ailenizin fotoğrafçısı Çiçek, Bozcaada gibi çekilesi bir yere gidip tek kare çekemeyeceğim,
Üstelik inadına çevrede sırf fotoğraf çekmeye gelmiş havalı makinalı zibilyon tane insan varken.

Kendilerini sevmiyorum.
Gıcık oluyorum onlara.
Tüm tatil makinalarının lensleri düşsün, hafıza kartları yansın diye hasetle baktım.

O kadar da değil ama, üzdüler keratalar.
Gözüme sokar gibi, olsun telefonum var benim sekkiz megapiksel.

Sekkiz.


Öncelikle sapık gibi yemek yedik.
Neden, çünkü birincisi memleket olarak yemek konusunda genel bir sapıklığımız var,
- bakınız eve gidince ne yiyeceğiz diye düşünmek, bakınız sahilde mısır yemek -
İkincisi de daha önce yemediğiniz, hep olsun diye hayal kurduğunuz, ya da yediğiniz ama bir kere de açık havada lüpleyeyim diyeceğiniz çeşitli lezzetli yiyecekler var.

Birincisi tabii ki reçeller,
Adamlar domatesten reçel yapmış ya, vallahi Japonlar yapamaz,
Çok da kral olmuş,
Patlıcandan da yapmışlar ama ona kalbim elvermedi, tatmadım.

Sonra karpuz kabuğundan reçel yapmışlar,
Bak hem karpuz kabuğu, hem reçel,
Karpuz kabuğu bir numaralı afrodizyaktır, bilmeyenlere,
E reçel dediğin paso şeker, enerji deposu,
Bu ikisi bir araya gelip bir de sabah lüplenince, genel olarak olabileceklerden ada halkı haberdar olmasa gerek ki, şapır şapır karpuz kabuğu reçeli yapıyorlar..

Ya da belki bilinçlidir, onu eczaneye danışmak lazım..
Neyse çirkinleşmeyeyim.

İncir reçeli, bal kabağı reçeli, gül reçeli, tattığınız, ama ilk kez tatmış gibi hissedeceğiniz reçeller,
Bir de gelincik reçeli var ki, tadamadım ama yine de mükemmel olduğuna emin olduğum için aldım, aşağıda mutfakta beni bekliyor..


Gelincik demişken,
Adanın kendini tamamen gelinciğe adamış çok tatlı bir kafesi var, bedavaya reklam yapmak gibi olmasın,
Ada Kafe,
Reçeller, şerbetler, muhallebiler, kurabiyeler,
Ah o kurabiyeler!
İçinden lokum çıkıyor arkadaş, olmaz ki böyle şey!
Eve de getirdim, yerken ağlıyorum.
Neredeyse ahçıyı kaçıracaktık gelirken, o denli..




Damla sakızı mevzuu var bir de,
İlk gün çok övüldüğü için adanın meşhur damla sakızlı kurabiyelerini deneyelim dedik,
Onda pek de aradığımızı bulamadık,
Nitekim, kutuyu açtığınızda neredeyse bir damla sakızı rüzgarı yüzünüze çarpıyor, buraya kadar çok güzel,
Ancak şekeri çok az olduğundan pek ağzıma layık bulamadım..
Damla sakızı likörü şahaneydi ama,
Kahvesi zaten malum, şahane bir şey..
Ha bir de lokumunu aldım, onu daha denemeye yerim olmadı..


Farkındaysanız şuana kadar tüm paramı yemeğe yatırmış gözüküyorum, doğrudur.

2 akşam adanın nadide meyhanelerinde meze yemeyi tercih ettik,
İkisinde de yediğimiz her şey mükemmeldi,
Zaten ambiyanstan bahsetmeme gerek yok, tüm dükkanlar çok zevkli..

Bu arada ilk gün Rum tarafında karşılaştığımız hırslı Rum teyzeye de buradan sesleniyorum,
"Ama plaj bizim tarafta ne oldu?"


Ada tarih boyunca sürekli el değiştirdiğinden, farklı toplumlar görmüş geçirmiş haliyle,
Son olarak da Türk tarafı ve Rum tarafı olmak üzere bir akarsuyla bölünmüş,
Tabii şuan o akarsu yerinde adanın ana yolu var,
Sol tarafı Türk tarafı, sağ tarafı Rum tarafı,
Rum tarafı yakın tarihte bir yangın geçirmiş ve bir mimar tarafından tamamen baştan yaratılmış,
Bu süreçte birbirinin aynı ve düzenli dükkanlara ve ızgara şeklinde sokaklara sahip olmuş,
Bu daha ilk günden "Bizim taraf daha güzel." diye övünen Rum teyzemizi haklı kılıyor,
Ancak bahsettiği mekanların çoğunu Türklerin işlettiği varsayılırsa,
Ayrımcılık yapmayalım teyzeciğim diyorum kendisine..

Bu arada bu bilgileri edinmemizi sağlayan sevgili "Ada Turu" rehberimiz ve şöförümüz, ismini bilmediğim Red Hot Chili Peppers hayranı, adanın asi elektrik mühendisi gencine teşekkürü bir borç bilirim..


Ada turu..
Havamızın tavan yaptığı aktivite olsa gerek..
Ada turu, adanın anayolunu takip ederek tüm adanın gezildiği,
Sonunda batım anlamına gelen Polente tepesine varılarak günbatımının izlendiği romantik bir tur,
O kadar romantikti ki,
Bir kaç saniye kuzenimle birbirimize meyil yapmış bile olabiliriz,
Bozcaada'da olan Bozcaada'da kalır.

Şaka tabi, heyecanlanmayın, öh yani.


 



Ada turu için önceden bilgili olduğumuzdan,
Gün içinde gidip şarabımızı aldık,
Tortillalarla küçük sandviçler hazırladık,
Altımıza sereceğimiz tatlı peştemalimizi de çantamıza koyarak yola çıktık..
Polente tepesine varınca, piknik tadında hepsini en güzel tepeciğe sererek
Rüzgar güllerinin sesi eşliğinde gün batımını izledik..

Herhalde bu aktiviteyi sevgilimle yapmış olsam,
Odaya dönünce,
Heyecanlanmayın,
Hemen aklınız kötüye çalışıyor, bak bambaşka bir şey söyleyecektim oysa ki ben,
Herhalde,
Beşbin tane şiir yazardım diyecektim..

Kesin yazardım,
Şiirler şiirler..


Kesin olarak bir kez daha gideceğim,
Bu kez çalışan bir fotoğraf makinasıyla,
Zaten kuzenle de sözleştik,
Bu kez ağustos ayını seçeceğiz, belki denizde bir taraflarımız donmaz diye..

Bu arada odamız, dünyanın en tatlı odasıydı,
Öyle sahiplendik ki orayı,
Biraz özlemiş bile olabilirim..

Bu anlattıklarımın hepsinin fotoğraflarını da iliştireceğim yanlarına şimdi,
Umarım ada hakkında azbuçuk fikriyat edinmenizi sağlamışımdır..



Bu arada kuzenin ikinci günden hasta olduğunu,
Tüm tatil burnunu çektiğini,
Son iki gün öksürdüğünü,
3. gece kafasını çarptığını,
Aynı gün benim dizimi sürtüp denizde mükemmel yanıcı anlar geçirdiğimi,
İlk gün sahilde uyuyup amele yanığı olduğumu,
4. gün fazla şaraptan denize girene kadar hangover'ın dibini gördüğümüzü,
Ödünç aldığımız ve daha ilk darbede kırdığım bıçakla parmağımı kestiğimi,
Ayak bileğimde hala nereden geldiğini bilemediğim bir kesik olduğunu,
Gece 12de sırf oyunumuz bölünmesin diye şarap almak için üst değişip apar topar markete koştuğumuzu,
Yine bu aynı mükemmel alışveriş sırasında midemizi düşünmeyi bırakmayıp salam aldığımızı,
Dönüş yolunda 11de vapur var sanıp 10.30da pansiyonu terkederek,
Vapurun 12de olduğunu öğrenince bir buçuk saat bankta homelesslarla takıldığımızı,
Dönüş otobüsü 12.30ta olduğu için vapurda kalp krizi geçirdiğimizi,
Diloş'un otobüse koşarken bir an elindeki paketlerle daha fazla gidemeyeceğini hissedip geride kalmayı düşündüğünü,
Otobüsün Çanakkale'den İstanbul'a tüm otogarlarda, ama her bir ilçenin otogarında durduğunu,
Sırf siz bu tatili toz pembe görün diye,
Anlatmadım..

Galiba şimdi anlatmış oldum..

Çok keyifliydi ama,
Çiftlerimizle gelip, araba kiralayıp, kimsenin ayak basmadığı koylara dadanacağımız ve kırmızı kapılı seksi otelde kalacağımız sözünü unutmadım Dilara S., burada da tarihe not olarak düşüyorum..

Sarı tekrar İstanbul'da, bu kez temelli,
Zaten hepiniz yine doluşmuşsunuz İstanbul'a onu fark ettim,
Kış geliyor desenize..

Sizi seviyorum, özlemişim de..
Hepiniz öpüldünüz,
İyi geceler!
ÇS*12

9 Eylül 2012 Pazar

Bozcaada Sahillerinde Bekliyorum, 1 : Denizden, Bizzat

Denizden yaziyorum suan size.

Hani daha once de cirkinlestigim zamanlar oldu ama, bu kadar da cirkinlesmemistim.


Naber?
Tabii deniz dedim diye haldur huldur telefonu kapip suya dalarak, bu eksi 10 derece suda 25 dakika sabit durup size seslenecegimi hayal etmeyin,
Kumsaldayim yavrum.

Baya, boyle sezonluk bikinim,
Basimda adima gondermeli sari cicegim,
Yeni nesil pestemalim, vallahi cok kullanisli,
Cekirdegim, terligim ve her seyimle
Gunesin alnindan size sesleniyorum, ey tatlilar..

Yalniz rica ediyorum, bedduaya sardirmayin, nitekim su o kadar soguk ki, sizin etkinizle bi derece daha duserse tatli gergin kisa hayatim
Donarak son bulur, aman ha.


Bozcaada..
Bozcaadamizda ikinci gundeyiz, dun odaya gidip teknik olarak sizdigimiz icin sizle iki lafin belini kiramadik..

Ne yaptik peki?
Oncelikle gorelilik teorisinin burada ciktigina inaniyorum, cunku adada zaman normal hayattakinden 1/3 oraninda daha yavas akiyor..

Hayir bunu sikilma olarak anlamayin..

Tam tersine yapilacak bir suru guzel aktivite ve yiyip icilecek bir ton mekan var,
Ama ne zaman saate baksaniz yalnizca 15 dakika gecmis oluyor..

Iste Einstein tam da bunu aciklamis gorelilik teoremiyle,
Zaman goreceli..

4 farkli mekanda oturduk,
Iki carsi gezdik, ki iki bayandan bahsediyorum,
Odamiza geldigimizde saat 22.50ydi.
Olmaz ki arkadas..
Her neyse..

Simdiye kadar adayla ilgili en cok begendigim sey, hediyelik esya cilginligi..
O kadar cok cesit var ki,
Sanirim tum arkadaslarima 5er hediye almam gerekicek, ya da onlara bir kendime 25..

Hosuma gitti bak bu..

Bu arada az once misir molasi verdim fark etmediniz..

Adaya donecek olursak,

Plaj isinde para var ya..
Dun 2 sezlong bir semsiyeye 15 tayyip verdikten sonra bugun kucuk bir hesap yaparak yaklasik 200 semsiyeden plaji her kim isletiyorsa gunde 3 milyar kazandigini fark ettim..

3 milyar.
Allah'in denizi Allah'in kumuyla gunde 3 milyar..

Bosa okuyoruz biz ya.


Adanin kendine has orjinal recelleri var, en meshuru domates receli,

Ogh boggg demeyin,
Bildigin 10 numara recel..
Kabak receli de on numara, gelincik ve uzun recellerini denemedim henuz amaeve donuste alacagim kesindir..

Haydi simdilik bu kadar olsun,
Belki aksam yine yazarim..

Ben denize dalmaya gidiyorum,
Tuzlu tuzlu optum..
ÇS*12

7 Eylül 2012 Cuma

Bozcaada Yolcusu Kalmasin!

Efendim, iyi aksamlar..
Bir otobus yolculugunda daha beraberiz..

Bu sene sansim neden hep otobuslerden yana onu kestiremedim bak, ayagimi yere kesikli mi surudum, koruklu mu surudum ne yaptimsa..

Bu arada en bastan her turlu yazim hatasi ve ingilizce karakter kullanimi icin ozrumu dileyeyim, malum telefondan yaziyorum, zor is..


Evet..
Bu seri,
Yani bu yazi ve takibindeki iki uc Bozcaadada ne yaptim yazi serisi buyuk ihtimalle sezonun son tatil yazilri olacak o yuzden psikolojinizi simdiden buna hazirlayin..

Diye diye, tatilin sonunu getirdim bak goruyor musunuz?

Yahu tatil baslangici yazimda neden lafa tatilin bitisiyle girdim, olmaz ki..

Herneyse,
Otobuste olunca ister istemez gidisler hakkinda yaziyorum..
Ama bu kez Olimpos yazimin aksine 'geride bir bekleyen birakilan' gidislerden bahsedecegim..

Yalnizca dile getirmesi bile ne tatli degil mi?

Geride bekleyen birakmak..
Temelde kesin olarak geri doneceginiz anlamina geliyor,
Bazilari icin korkutucu olabilir,
Bazen oyle anlar olur ki aklinizda kucuk bir yerde de olsa sonsuza kadar kactiginiz yerde yasayabileceginize inanirsiniz..
Bazilari bu hisse oyle siki sikiya baglanirlar ki, geride bir bekleyenlerinin oldugunu bilmek onlari korkutur..

Ait olma korkusu..


"Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?"
Der sair, nasil da her defasinda katiliyorum ona..

"Yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu.."

Bir de bu acidan dusunun..


Bombos kocaman bir akilla 'ozgur' bi yolculuk yapmak da cazip geliyor zaman zaman, ama sanirim ben yine de kalbinin atmasini tercih edenlerdenim..

Kalbim atiyor,
Ve ben kalbimin attigi zamanlarda mutluyum..

Yarim kalan guluslerin,
Bogaziniza takilan anilarin,
Gecmeyen zamanlarin,
Surekli kanayan, kendini kanatan yaralarin,
Dusuncelerin,
Karabasanlarin oldugu bir
Ozgurluk, ne isime yarar?

Ben kalbim attigi surece benim,
Siz de oylesiniz, bunu bir dusunun..

Arada bir her seyi bir kenara atip,
Kalbinizi dinleyin..

Belki o gitmek istemiyordur..


Yollar insani fena yapiyor,
Sanirim uzerinden gecen her bir yeni ruh,
Yeni ve eski yuzlerce aniyi da,
Sicak asfalttaki lastik izleri gibi,
Ardinda biraktigindan,
Ayni yollarin her bir yeni ziyaretcisi de bu yasanmisliklar aurasindan nasiplenmezse olmuyor..


Arkadas otobus koltugunda kurdugum cumlelere bak ya,
Nobel'im nerede benim?

Yasanmisliklar aurasi.
Daha ben ne anlatayim ki bu lafin uzerine..

Hadi iyi geceler canlarim,
Kocaman opuldunuz..
ÇS*12

14 Haziran 2012 Perşembe

Sarı Olympos'tan Bildiriyor 3: Tsunami

Memleketim insanı çok Amerikan filmi izliyor arkadaş.


Bu arada baştan belirteyim de yalan olmasın, ne yazık ki artık Olympos'tan değil İstanbul'dan bildiriyorum. Olympos mevzusunu son bir toplayayım istediğimden serinin adını bozmayayım dedim.


Artık ne ne gün olmuştu iyice karıştı ama, tahmin edebileceğiniz gibi öncelikle şu deprem mevzusunu bir masaya yatıracağım.



Öncelikle Olympos'taki tüm tarihi kalıntıların açıklamalarında bir yerden sonra "bilmem kaçıncı yüzyıldaki depremden sonra nanayı yemiştir' şeklinde açıklamalar var, şimdi tüm gün bunları okuduktan sonra "a ah neden titriyoruz" demenin pek de bir anlamı yok, demek ki neymiş titrek bir araziymiş evvelden de.


Tabi orada kastedilen aradaki 1500 yılda olan bir iki çok büyük deprem ama, bir binaya da yangında tahrip oldu falan deyin arkadaş.


Velhasıl kelam Olympos'u ortadan ikiye bölen dere yatağının sağ tarafını sabahın 11inden itibaren sıcaktı güneşti demeden haldır haldır gezip işin cılkını çıkardıktan sonra, derenin olması gereken yerde şimdi akan kaynak suyunun çıkışına yani tam deniz kenarına, ama hani nerdeyse suyun içine - ki mısırcı çocuktan bile azar yedik bu sebepten - oturalım dedik. Maksat bir serinlik olsun.


Buraya kadar her şey güzeldi sağın solun fotoğrafını da tatlı tatlı çektikten sonra, bir kaç saniyeliğine yerde bi kıpranma oldu.


Tam bu noktada durup bu adrenalini yaşayan iki kişinin, yani ben ve arkadaşım Zeynep'in kişisel gerginlik özgeçmişine azcık değinmeliyim.


Zeynep her zaman için en kötü durumu aklına getirir.
Örneğin, başı ağrıyorsa her an ölebilir.


Ben ise olmayan olayları, hatta olma olasılığı olmayan olayları aklımda kurup kurup önce kendimi, sonra metabolizmamı, sonra çevremdekileri en üst seviyede germe kapasitesine sahip bir insanım.
Örneğin günde en az 7 kere telefonumu kaybettiğimi zannedip ortalığı telaşa veriyorum.
Hatta dün akşam telefonum elimde dururken, "ZEYNEP TELEFONUM NEREDE?!" diye bağırmış olabilirim.
Bağırdım.


Bu iki kişinin birbirini gerebilitesini siz hayal edin.


Titreme anına geri dönecek olursak;
İkimiz de titreşimi alında dönüp bir an için bakıştık.
Hani, "biriniz çok kötü bir biçimde gaz mı kaçırdı, yoksa Allah'ım sana mı geliyoruz?" bakışıydı
ya da klasik Amerikan filmi sahnesi olan
"Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?" bakışı.


Nitekim bakışların kendi arasında anlaşmasına karar veremeden toprak ana "alayına rest" diyerekten çılgın bir sarsıntıya tutuldu.


Şimdi yaşadığınız en büyük depremi düşünün.
Onun tam poponuzun altında olduğunu düşünün.
İşte duygu tam da bu.


Sarsıntı biter bitmez tüm sahil ayağa fırladık ama benim gözüm farklı bir yerdeydi.
Ufuk çizgisi.


Hani tsunami geliyorsa hemen göreyim de g.tüm g.tüm kaçmak için zamanımız olsun.


Şimdi öncelikle tsunamiden koşarak kaçılmaz. Bir gün başınıza gelirse dediydi dersiniz. Mazallah.
Peki bu kıza 16 yıllık eğitim öğretim hayatında kimse mi bu mantaliteyi öğretemedi.


O 3 saniyede aldığınız eğitim değil, izlediğiniz Amerikan filme sayısı ağır basıyor.


Sahil güvenlik edamla ufuk çizgisini kontrol edip tsunami yok diye emin olunca, kayalıkların altından yaka paça kaçan insanları görüp içimin yağlarını erittim.


Ne oldu hani şekerdiniz eriyordunuz, güneşin altına girmeyeyim diye sabah 5te havlu attınız da ne oldu.


Bu sabah haberlerde de tsunami korkusuyla araçlarına atlayıp dağa bayıra çıkan yurdum insanlarını gösterdi.
Ne diyeyim ki.. En azından suyu görürsek koşarız dememişler de kendilerince önlem almışlar izledikleri Amerikan filmlerini hesaba katarak.


Ben geçen yaz da denizde birden atlayan çok büyük bir balık görüp köpek balığı sanarak hızla sudan çıkmıştım.


Yani bende genel olarak bir Amerikan filmi gerginliği var.
Bak daha hiç zombi atağından falan gerilmedim ama.

Bu arada karanlıktan da korkmadığımı fark ettim.
Gece yarısı yine mükemmel bir sıfır aydınlatmayla kumsalın yolunu tutarken ne bir böcek kaygım vardı ne sağdan soldan çıkabilecek bir yaratık. Sanırım gözümün gördüğü şeylerden daha çok korkuyorum. Görmediklerimle ilgili bir gerginliğim yok.

Bir de kendi, kişisel istekleriyle, sahile kokulu kırmızı mumlar götürüp ambiyans yaratmayı beceren erkekler de varmış. Hafif bromance'e kaçıyor tabi ama ortamı birden çok kız basınca farklı bir hal aldı.

Hiç beklemediğiniz zamanlarda hiç beklemediğiniz şeyler olabiliyor.
Benim için çok uzun bir zamandır Dünya'nın en güzel yanı bu.

Ha bir de o kadar utanıyorum ki, ülkemin göbeğinde hala gezmediğim muhteşem mekanlar olduğu için. Mekan derken kutunun içine tıkılıp ritimsiz müzikler enjekte edilen leş kokulu modern mekan kavramından değil, doğanın içinde korunmuş doğal Dünya güzelliklerinden bahsediyorum tabii ki..

Tam da Karadeniz turu yapalım diye tartışırken, organizatörümüzün Karadeniz turu planladığından bahsetmesi, yine temiz kalpliliğimin bir sembolü diyorum, itici bir şekilde övünmek gibi olmasın.

Çatır çatır yeşillik gezsek fena mı olur?

Bu arada gelecek organizasyonun erken bir reklamını yaptığım için bence Osman'dan komisyon almalıyım.
Gelirseniz beraber de gezebiliriz bence,
Belki size de bir şiir patlatıveririm yeşillikleri görüp gaza gelir de..

Aklıma bir şeyler daha gelirse bir dördüncü yazı yerine buraya ekleyip tekrar tekrar yayınlayıp paylaşarak hepinizi taciz etmek istiyorum.
Belki de yazmam kendime saklarım.

Hepinizi öptüm yine,
İyi tatiller..

ÇS*12

12 Haziran 2012 Salı

Sarı Olympos'tan Bildiriyor 2: Özetler



Yine tuhaf bir saatte başladım yazmaya.
İki gündür ne çok lafım birikti söyleyecek, bilemezsiniz. Gerçi büyük ihtimalle çoğunu da anlatamayacağım ama olsun, bir yerden başlamak lazım.


Öncelikle Olympos gerçekten mükemmel bir yer.
Gezin görün, gezdirin gördürün..


10 numara 5 yıldız organizatörümüzün tatlı organizasyonlarına katılmayı nedense reddederek geçirdiğimiz iki günde Olympos'un çoğunu gezme şansı bulduk. Çoğunu diyorum ama aslında 2 yer kaldı yalnızca gitmediğimiz, neredeyse hepsini gezdik sayılır yani.


Ama tarzımız, safari, anlatılmaz yaşanır.
Sanarsın National Geographic'e çekim yapıyoruz.


Zibilyon tane fotoğraf çektim. Gönül isterdi ki hepsini göstereyim dize tek tek, ancak o zaman gitmiş kadar olursunuz zaten sürprizi kaçmasın, kendiniz gezin görün. Bir de en sevdiğim yanı, tatille gezi kavramlarını birleştiriyor olması, yani müze alanından geçerek denize gidiyorsunuz, daha güzeli var mı?


Önceki akşam Yanartaş'a çıktık.
Ancak mühendis olduğumuz kadar gerginiz de.
Yanartaş'ın temel olarak olayı şu, malum Olympos'ta Tanrılar yaşıyor. Bunlar kendi aralarında kapışırlarken ateş  püskürten bir mitolojik canlıyı öldürüyorlar burada ve inanışa göre bu sebepten burada sönmeyen bir ateş var. Aslen yeraltından çıkan bir gaz çıkış yerlerine ateş yaktığınız zaman alev alıyor olay bu. Bu arada Prometheus'tan hiç bahsetmeyen organizatörümüz Osman'ı kınıyoruz. Gerçi hikayenin bu kısmını da Vikipedia'dan okudu ama, olsun.


Tanrılardı mitolojik canlılardı, olay bilmem kaç bin yıllık peki Türk kafası ne yapıyor ateş çıkan yerde? Tabii ki sucuk pişiriyor. Çok ciddiyim. Gayet dağın aşağısında sucuk satıyorlar, biz daha önceden bildiğimiz için sucuğumuzu alıp gelmiştik. Bildiğin, şişe geçirdik sucukları hatur hutur pişirdik.. Çok keyifliydi ama bir de çıkış yoluna aydınlatma koysalardı çok tatlı olmaz mıydı?


Olayın gerginlik kısmı tam da burada gerçekleşti. Henüz dağın yamacında birikmiş tırmanmaya hazırlanırken yanımızdan çığlıklar eşliğinde öyle bir örümcek geçti ki, yarattığı adrenalin ve kalp çarpıntısı herkese tepeye kadar yetti.


Albino tarantula gördük.
Bildiğin tarantula bak, çatur çutur geçti yanımızdan.
Bir de oralarda çakal falan varmış, ama yolda tek bir ışıklandırma yok ve bir tarafınız da uçurum.
Eldeki fenerlerin tek kalem pille çalıştığı düşünülürse, yukarı varana kadarki sürece oluşan samimiyet ve kader birliğini hayal edebilirsiniz.


Ha bir de bir çocuk sönmeyen ateşi söndürdü.
Sonra tekrar yaktı.


Dün sabahtan Olympos'un arka sokaklarındaydık yine. Hayalimdeki "cennet"e yakın güzellikte yerler görmek zevk verdi.. Siz bu tarz şeylerden hoşlanır mısınız bilemiyorum tabi, doğa olsun tarih olsun.. Ben çok fazla dünya insanıyım sanırım, dünyadan olan her güzel şeye hayran kalıyorum.


Sonra çirkinleşip bir sürü fotoğraf çekiyorum, bu güzelliğin bir kısmını da yanımda götürebilmek için..


Teknolojik çocuktan bahsetmiştim, bize bilgisayarı açmayı göstermeyi teklif eden..
Yeni teklifi bizi "köpük partisi" olan discoya götürmek oldu.
Gerçekten bir kademe atlamış değil mi? Canım yazık, boynu bükük kaldı, olsun kendisini seviyoruz, wireless şifresini verdi daha ne yapsın.


Ancak bizim Osman'da şeytan tüyü var.
İki güzel laf etti kendimizi Gölge Bar'da bulduk.


Gölge Bar.
İsme koş.


Bu arada barın solistinin sesi gerçekten 10 numaraydı ancak 80'ler popla bir yere varamaz.


Beklenmedik temassal davranışların itici olmayabileceğini de ilk kez Osman'da gördük. Bu konuya hiç girmeyeceğim. Ama siz anlatmışımcasına gülün.


Sonuçta bugün, yani son dolu dolu günümüzde deniz kenarında yatıp yuvarlanmayı tercih ettik.


Aaa asıl depremi anlatmadım size, ama bu yazı çok uzadı, onu da serinin üçüncü ve son yazısında, belki İstanbul'da anlatırım.


Siz siz olun elbisenin içine kazak giymeyin.
Bir de aptal bir insanın yanında akıllı davranmak akıllılık değildir.
Ne alaka diyeceksiniz, iki günlük çıkarımım diyelim.


Hiç yıldız kayması göremedim, ancak ilk gördüğümde hepimiz için güzel bir şey dileyeceğim merak etmeyin:
Öptüm.


ÇS*12

9 Haziran 2012 Cumartesi

Sarı Olympos'tan Bildıriyor 1: Kamaramızdan..


Perdeyi açıp bakmadığımız sürece, evet bir gemi kamarasındayız.

Biraz lüks düşkünlüğüm var, inkar etmenin anlamı yok, ancak oda küçük dediklerinde gerçekten bu kadar küçük olduğunu hesaba katmamıştım.

Hayal gücüm geniş arkadaş, ben ne yapayım.

Olympos'ta tatlı tatilimizin bugün birinci günü, oh muradına erdin dediğinizi duydum, saklamayın. Çok uzun bir yolculuktu, Allah sizi inandırsın, bitmedi be arkadaş. Üstelik nasıl bir uyku kokusu otobüsü sardıysa ben bile sabahın ilk ışıklarını gördükten hemen sonra az da olsa uykuya yenik düştüm.. Antalya'da kahvaltımızı yaptık ağaç evlerimize geçmeden önce ki, o apayrı anlatılması gereken bir mesele.

Meğer üniversite gençliği ne açmış arkadaş. Şimdi geziye gelip de bunu okuyan biri rastgelirse diye endişe yapmıyorum, çünkü kimsenin bunu inkar edebileceğini sanmıyorum. 70 kiloluk  tabaklar taşıyan 35 kiloluk kızlar gördüm arkadaş. O yemekleri nerelerine yediler bilemiyorum. Açık büfenin de bir sınırı var yani.. Her neyse..

Ağaçevlerimize vardık, anahtarımızı aldık, odamıza geldik ki, arkadaşım ve benim özel şanşımızdan ötürü olsa gerek, öncelikle bungalowumuz sağa 15 derece eğimli çıktı. Bu şöyle bir duruma sebep oluyor ki, kapılarımızı açarken yalnızca kolu indirmemiz yeterli, yollarını kendileri buluyorlar. Odada yalnızca iki yatak ve bir tuvalet var, ki yatakların samimiyeti de hesaba katılırsa, özellikle iki erkek tatile gelen arkadaşlarımızın ne tür bir "bromance" içinde olduklarını şiddetle merak ediyoruz. Tercih değiştireceklerini düşündüğümüz bir çift erkeğimiz hali hazırda var bile..

Şaka bir yana, gemi kamarasına benzeyen odamızdan gayet memnunum, küçük bir seviyede gerginlik verse ve dağ yamacında olsa da.. (Kafamıza bir kaya yuvarlanırsa Allah korusun, son yazımı okuyanlar olarak 3. sayfaya geçersiniz artık..) Benim pastoral tavrım, yersiz minimalliğim için ideal bir yer. Çiftimi alıp kimsenin haberi olmadan yuvarlanıp gidebilirim mesela, sonra gelsin şiirler.

Bu arada sırtım tek günde ıstakoz kıvamına geldi, gözünü sevdiğimin Akdeniz güneşi, yıllardır Ege güneşinde insanın 2 saatte pancar olabileceğini unutmuşum.

Bir de bugün aslında soğuk deniz sevdiğimi farkettim. Malum Enez'imizde denizimiz kapıyı -10 ile açıyor, birden Akdenizin 20 derecelik denizini yadırgadım tabii.. Denizin güzelliğinden bahsetmeme gerek yok..



Bugün cumartesi olduğu için hafiften bir apaçi trafiği de vardı amma yarından sonra ortamın daha güzelleşiceğine inanıyorum.


Bu arada son zamanların en tatlı ve en sosyal organizatörünü de her nerde yaşıyor ya da yaşatılıyorsa, bir şekilde bu yazıyı okuyorsa tebrik ediyorum. Bir tanesin, cansın, teksin. Hatta canımızın içisin, gözümüzün nurusun, neden seni iki günde bu kadar çok sevdik açıklayamıyorum bile. Ayrıca çiftin de dümdüz söyleyişle 10 numara bir hatun ne diyeyim. Tatlısınız arkadaş. 


Bu arada kavuniçine konulan dondurmayla resmen evlenmek istiyorum.

Kimsenin mani olacağını sanmam, yapılışını 5 yıl önce gördüğüm şapşal şeyi, her yaz unuttuğum için ilk kez denememin kısmeti bu güneymiş.. Arada bir kokulara aşık olurum ben, arada bir renklere, bu kez kavuniçinde dondurmaya aşık oldum, ne yapayım, gönül bu.. Siz de tanısanız çok severdiniz bak.



Ha bir de teknolojik çocuk var, canımın içi, şuan ki wirelessımın sebebi, kendisine atılgan tavrı ve internet şifresi için teşekkürü bir borç biliyorum. Teknolojik bir sorun olursa, "bilgisayarı açamazsak" yardım edermiş, canım ya, mühendisiz biz bak.. Olsun, teklifine sağlık..

Bu arada sanarsın okul gezisi değil, random tur. He bir de kaynakçılar var o konuya girmeyeceğim bile.



Bu akşam dans zımbırtısı vardı, biz odamızda meyveli şarabımızı yudumlayıp gülmeyi tercih ettik.. Şuan hatta size kadehimi kaldırıyorum, hatta gerçekten kaldırdım, şerefinize..

Yarın tekne gezimiz var, ama nedense caymanın eşiğindeyiz, bence sabah tatlı organizatörümüz bizi ikna eder.

Canım kavuna dondurma koyma fikrini kendi fikri sandı bugün, o da insan.



Akşam ne olursa olsun, Olympos'un tepesine çıkıp sönmeyen ateşi göreceğiz, sonra mitoloji kokan bir methiye dizerim bence, malum aşka geliyorum böyle yersiz zamanlarda..


Bir de sucuk şarap partisi varmış, daha ne isterim ki.. 
Kadehimi tekrar kaldırıyorum bu programa..


Kamaramızda klima var. Daha mutlu olamazdık..


Sizi öpüyorum, habitatta elenmezsem ya da yabani bir örümceğin ısırışıyla örümcek kadına dönüşmezsem, yarın yine görüşürüz, sevgiyle kalın.

Akdeniz akşamları bir başka oluyor.

Şarabım da karadutlu.
ÇS*12


28 Mayıs 2012 Pazartesi

Size bir açıklama borçluyum..



Öncelikle,
kendi kendine konuşana deli derler arkadaş. 'E kafamın içinde bütün gün ne yapıyorum ben.' Hay canımın içi, evet kendi kendinle konuşuyorsun. Ben ne yapıyorum, o kadar çok düşünüyorum ki bir yerden sonra bunları bir yere yazmak istiyorum. Aslında elle yazmak en güzeliydi - ki tatlı küçük siyah defterime şiir karalama fantezimin kendimi gerçek bir şair gibi hissettirip tribe soktuğu bir gerçek ve hala zaman zaman devam ediyor - ama ben o kadar tembelim ki, ne zaman yazı hızımın düşünce hızıma klavye tuşlarını 'gıdıklarken' daha rahat yetişebildiğini fark ettim, defterden Microsoft Word'e tayin oldum. Microsoft canımı sıkıyor biliyor musun? Aslında severdik birbirimizi ama ben hep onu kandırıyorum, 60 günde bir sürem bitti diyor tekrar tekrar yüklüyorum.. Aşkta, sevgide kandırmaca olmaz tabi.. Birbirimizi çok üzdük, çok sıktık, ilişkimiz sallantıda.. Ben de kendime yeni heyecanlar, kelimelerimi bünyesinde tutmaktan daha çok zevk alacak araçlar arayışına düştüm.. Yollarımız ayrıldı.. Yazık.

Velhasıl kelam, bir keresinde tatlı turuncu bir kız, ki o kendini bilir ismen afişe etmeyeceğim canımın içi, demişti ki (once a wise man told me tavrına girdim, olsun, maksat bahane yaratmak) 'Sen günlük yazsan ben her gün okurum!' bak ne tatlı insanlar var dünyada değil mi? Ben de dedim ki, kukumav kuşu gibi düşünüp deli gibi kendi kendime konuşmaktansa, alenen kendimi afişe edeyim, okuyan olursa canımı yesin, olmazsa da canı sağ olsun, koyver, ölümlü dünya seni mi kıracağım yani.

Bu arada "bağla" diye buton var, bassam lafın sonunu bağlar mı acep?

Size bir açıklama borcum vardı, yarısını ödedim.

İkinci yarısına gelirsek, 'bu başlık nereden çıktı tatlım?' kısmını aydınlatmak isterim. Aslında bilen bilir, zaten okuyan da bence bilen kısım olacak ama hani senin günün şu saatinde başka işin yoktu da açtın okuduysan kalbin kırık kalmasın diye hemen sana da açıklayacağım.

Neden birbirimizi seviyoruz?
Aslında bu benim hiç yayınlanmamış kitaplarım serisinin bitmemiş nadide bir eserinin ismi yazarı tarafından bile yanlış bilinen adı oluyor. Kitabın adı "Neden Yine de Birbirimizi Seviyoruz?" ki zaten kitabın önemli tarafı o 'yine de' kısmını açıklamaya çalışması ama blogu açarken unutuverdim böyle çıktı elimden. Kitabın diğer yazılarımdan farkı tamamen benim bakış açım olması ki burada da aynını yapmayı planlıyorum. Belki oradan da seçmece bir şeyler koyarım, belli olmaz. Şiir yazsam ağlar mısınız? Dokunabilir misiniz mısralarıma ellerinizle?

He, bir de ben hep yazılarımda sizli bizli konuşurum hayalimde hangi kraliyet ailesine hitap ediyorsam. Üzerinize alınmayın yani.

Şimdi izninizle gidiyorum, odamda hareket eden herhangi bir canlı olmamasını hayal ettiğim bir tıkırtı ve canına susamış bir sivrisinek var.


İyi geceler.
ÇS*12