londra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
londra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2013 Cumartesi

Büyükmüş Londra Meselesi, 3: Yaban Çakalı..


Öncelikle Yandex Rusya'sını kullanan blogumdan tam olarak ne anladıklarını kestiremediğim ama blogu çılgınca ziyaret eden Rus kardeşlerimi, ve/ve ya Rusya'da yaşayan keyiflerinin tıkırında olduğunu düşündüğüm Türk kardeşlerimi, bloga olan ilgilerinden ötürü tebrik ediyor, hepsini öpüyorum.

Davay davay can Oksana.


Bu kısa ilişikten sonra mevzuumuza geri dönüyorum,
Ne diyorduk..
Londra..


Neden 5er ay arayla yazabildiğimi sorgulamayın artık,
Son sınıfız şurada değil mi,
Haliyle zibilyon tane işle uğraşıyorum,
Ha, "Hadi canım oradan, sabah akşam Facebook'tasın görüyoruz artistik yapmanın anlamı yok." gibi çıkışlar yapmayın, her halde ot gibi ders çalışıyorum demiyorum,
Hayatımın hangi döneminde öyle yapabildim ki zaten,
Sadece size iki şakalı yazı yazmak için kafamı toplayacak, neşelenecek zaman bulamayabiliyorum..

Neyse,
Amma açıklattınız he..

Londra..
İkinci ve üçüncü günü beraber anlatıp biraz işleri hızlandırsam diyorum ama,
Çenem bir açılınca kapanmıyor ki,
Her ayrıntıyı vereyim istiyorum,
Sapık mıyım acaba..


30 Ocak 2013 - Bloomsbury, Londra

Bir önceki günün teknik sıkıntılardan dolayı elenmesinden sonra 2. güne 8-9 maddelik çılgın bir planla başladık.
Çılgın diyorum,
Çılgın işler yapacağımız ya da yaptığımız için değil,
O kadar gezilecek yeri bir güne sığdırmaya çalıştığımız için,
Elimizde haritalar, bu kez kahvaltıyı Starbucks'a bırakarak çıktık yola..


Starbucks'ın şu kupaya isim yazma fantezisi yok mu..
Hostelimizin hemen yakınında, British Museum'um karşısındaki Starbucks'ta çalışan sevgili zenci kardeşimizi çabasından ötürü takdir ediyorum..
Ve Zeynep'le beraber yeni isimlerimizi takdim ediyorum..



Evet, bundan sonra, Çiçek ve Zeynep değil, Love ve ZanHab'ız.
Olabilir tabi, iyi niyetine sağlık.

- Whats your name?
- Çiçek
- Ok, Love.

En güzeli, Zeynep'i yazmaya çalışması bence,
Genel olarak Zeynep daha yaygın bir isim olduğu için, ertesi gün de gelişimizde daha az yadırgandı, ben yine mükemmel bir şekilde yazıldım, ona da sonra geleceğim..


İlk günki loserlığımızdan sonra, yardımsever ve turistsever kasiyerler görmek, güzel bir kahvaltı etmek,
Dışarda hafif hafif yağmur yağması ve en güzeli de,
Zeynep'in keyfinin çok yerinde olması,
Pahabiçilemezdi..

Bir günden daha fazla ne bekleyebilirim ki..

Bir dakika Yavuz'un bana bir sürprizi vardı değil mi?!
Düşünmemeye çalışmak en iyisi çünkü ben gergin bir insanım,
Bu çocuk tek başına ne yapacak, biz dönünce ne yer ne içer, nereye gider derdini kime sorar..
Hişşşşş.


İlk durağımız olarak yola çıkmadan bir gün önce Londra kitapçığında gezilecek yerlere bakınırken,
"BU TAM ZEYNEP'lik" diyerek Zeynep'i mesajladığım,
Sonuçta bir an önce gitmek için delirdiği,
Hafif gergin, çokça psikopat müze,
Hunterian Museum'a gittik..



Kişisel gizli çekimimi görüyorsunuz, evet o gördüğünüz raflardaki şeyler, kavanoza konulmuş bilumum hayvan, insan parçaları, kemikleri, ya da kendileri, organları, etc.

Alt katta normal parçalar,
Üst katta hastalık hastalık ayrılmış raflarda aynı hastalığa sahip bilumum organ..

Trajediyi şöyle anlatayım,
Kızamıktan ölmüş bir çocuğun kızamıklı derisini yansıtmak adına yüzünün üst kısmının derisi kavanozların birinde gerilmiş halde kirpikleri üstünde duruyordu.

Evet buraya güle oynaya gittik.
Evet, tuhafız biz,
Ama ne yapalım, hep biyoloji sevgisinden bunlar..

Ya da..


Böyle bir sevinç hali de var tabi..



O gün psikopatlığımız tuttu, mekanlardan çıktıkça saati not ettik.
Deliyiz ya biz, ama tatlıyız bak.

Bir sonraki adres;
Lincoln's Inn..

Tahminen turist olup da o mekanı gezmeye gelen tek insan evlatları bizdik.

Şöyle ki, mekan bildiğiniz avukatlık hanı,
Ama han derken tek bir binaya sıkışmış loser bi mekan hayal etmeyin,
Binalar bütünü, bilimum güzel mekanlar kompleksi diyelim,
Hatta Hogwarts.

İçeri girdik,
Tek turist biziz derken şaka yapmadım,
Hangi yayınevinin kitabını aldıysak,
Arkadaş Londra'nın yereli olsa gerek,
Baya bu da bizim yan sokak tarzı ne var ne yok yazmış,
Biz de bu ilçede şura varmış, e görelim, havasında olduğumuzdan,
Kendimizi bilumum takım elbiseli ciddi insan grubunun ortasında bulduk..

"Members only" havalı kütüphanenin önünde şapşal videolar çekerken
Japon kardeşimizin kopmasına bile sebep olduk.

Öyle bir yersiz neşe.

İçeriyi güzelce belledikten sonra, hırsımızı alamayıp kapıdaki amcalara yöneliyoruz,
Tamam binalar güzel de, birinin de içine girelim değil mi?

Amcaaa, herhangi birinin içine girebilir miyiz?
HAYIR.

Oldu o zaman.
Bir kısım İngiliz gerçekten yabancılardan hoşlanmıyorlar, bir diğer kısmıysa gayet tatlı ve cana yakın.

Arkadan gelen amca, Şapel'e girebilirsiniz diyor.

Komik kısmı, Şapel nerede bilmiyoruz, az önce altındaki otoparkı çektiğim binaymış meğer.
Biraz şapşal mıyız acaba?



Ama otoparkı şahane değil mi?

Temple Church, üçüncü adres..
Eskiden beleş olan sevgili mekanımız, Da Vinci'nin Şifresi filminde boy gösterdikten sonra sağ olsun 4 pound olmuş. Şanslı ki paralı olarak girdiğimiz ilk mekandı, düşünmeden verdik parasını..

4 pound nedir ki diyeceksiniz,
Ama mekan 20 metre kare arkadaş, tabi insan bir düşünmüyor değil..
Güzeldi bak, hakkını verelim..

12. yüzyıldan kalma şövalye mezarı vardı bak,
Güzelmiş değil mi?





Bir de Shakespeare'in 12. Gece Oyununun prömiyeri Temple Church'te yapılmış,
Dahası var mı?
Gidip 4 pound daha atasım geldi.






Temple sonrası tabii ki Zep acıkıyor, fotoğrafını koymamış olsam, büyük ihtimalle obez olduğunu düşünürdünüz.
Ama değil, hatta sinir bozucu derece zayıf bir insan kendisi.

Bazen bu çok yiyen zayıf insanların arkamızdan neler çevirdiklerini merak ediyorum.
Uykularım kaçıyor.

Yemeğe giderken, büyük mahkemeleri olan, Old Bailey'e de bir göz atıyoruz, bu arada ulaştığımız yer, Fleet Street..

Ah Fleet Street..

Adeta, al sana görkem diyor cadde,
Bir tek ben mi etkileniyorum diye insanların yüzlerine tek tek bakıyorum,
Bir ülkenin içinde yaşadıkça oraya alıştıkça, çevrenizdeki güzellikleri fark edemez oluyorsunuz, orası kesin..

Aynı bu hissiyatımı açıklayan, kaldığımız hostelin duvarına yapıştırılmış mükemmel bir söz vardı, şimdi unuttum, bulursam ekleyeceğim.

Yemek sonrası ben hayran hayran caddeye bakmaya devam ediyorum,
Caddenin sonunda biri beni bekliyor ki,
Kişisel görüşümce, Lonra'da gördüğüm en görkemli yer,
Ve en sevdiğim,
St Paul Katedrali..

Yolun sonunda görünmeye başladığı andan itibaren kendimi kaybettim desem, aynı sıralarda ilgisi hiç de artmış görünmeyen ZU. yalanlayamaz herhalde.

Arkadaş, ne yaptınız, bunu bana niye yaptınız,
Neden yanımda iki kalem kağıt getirmedim diye, bu kadar pişman ettiniz beni?
NEDEN?




Kara bahtımız kör talihimiz, fotoğrafta da görülen en üstteki normalde açık olan kubbe kısım - ki oradan tüm Londra gözüküyormuş - kapalıydı. Bir altındaki büyük kubbeye çıkabildik oradan da dışarısı gözükmüyor tabi, ama ilginç bir yer adı Fısıltı Odası..

Şimdi sevgili kardeşinizin rezil olduğu kısma geliyoruz.
İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Dünya'nın en saçma kararı oluyor kendisi, nitekim içeride diğer kiliselerden farklı bir teknik, aman ha flaş patlamasın yeni boyattık gibi bir durum yok.
İnanılmaz görkemli ve her yeri çekmek istiyorsunuz inadına da..

En altında, yani bodrum katında bir mezar ve anı bölümü var, ressamlar, şairler, sanatçılar ve eserin mimarı için yapılmış bir anı kısmı, tamam orada fotoğraf çekilmeyebilir, ancak diğer kısımlar için bu kural çok gereksiz..

Rezilliğime dönersek,
Fısıltı Odası'nda bir duvardan fısıldadığınız te öbür köşeden duyuluyormuş diye duyduk, haldır haldır yüzbilmemkaç merdiveni tırmandık, kubbeye vardık..
Oraya kadar çıkmışım bir fotoğraf çekmeyecek miyim? Çiçek Sarı'dan bahsediyoruz.
Tabii ki çekerim.

Önce tam Türk çakallığıyla, görevlinin çok yakınına oturup bir kaç fotoğraf almaya çalıştım, ruhu bile duymadı - her ne kadar resimler net çıkmasa da - sonra fısıltı işini deneyelim dedik, ben kubbenin diğer ucuna koştum.

Zeynep karşı duvara fısıldadı,
Vay arkadaş, bayılırım mühendislik, hakikaten yanımdaymış gibi sesi,
Etkileştik gülüştük, Türkçe şakalardan sonra, Zeynep de yanıma geldi..

Dedim ki, göreli taaaaa karşı uçta, oradan kalkıp beni uyarmaya gelene kadar ben fotoğrafımı çekerim yürür giderim bile.


Ah benim safım,
Ah benim mantıksızım.
Telefonu kaldırmamla, ilahi bir ses kulaklarımda çınladı..

"PLEASE TURN THE CAMERA OFF. NO PHOTOS."

Allah'ım sana geliyorum.
Sağa baktım sola baktım kimse yok, hala jeton düşmüyor.

"YES, YOU, TURN IT OFF."

Karşı duvara bakmayı o anda akıl ettim, görevli eğilmiş duvara fısıldıyor.
Yazıklar olsun bana da, çakallığıma da.

"CAMERA IS OFF" dedim hala aptala yatarak,

"TELEPHONE HAS A CAMERA. TURN IT OFF." dedi.

Tüh.


Boynu bükükler şeklinde St. Paul'den ayrıldıktan sonra, Zep nihayet şekercisine kavuştu, kardeşine ve kendine bilumum güzel şekerler depoladıktan sonra, eve doğru yol aldık.
Yol üstünde atladığım kiliseleri mekanları yazmıyorum tabi..

Yalnız bir kilisede koro çalışması vardı, orada Zeynep'in öyle mükemmel bir videosu var ki, keşke hepinize tek tek izletebilsem.. Canımın içi ya..

Akşam yemeğini Burger King'te yeme gafletinde bulunduk, az kalsın homelesslara yem oluyorduk,
Demek ki iyi bir fikir değilmiş..

Ve hostele dönmeden, son olarak Primark'a girip alışveriş çılgınlığına kapılalım dedik..
Primark.. 4 katlı, ucuz ve ötesi alışveriş mekanı..
Kıyafet ayakkabı çanta güzel güzel zibilyon tane şey, ve gerçekten ucuz, 4 pounda babet aldım ki, hala azar yemekteyim neden üç dört tane almadım diye..

Öğrenci zihniyeti.

2 pounda tişört bulup zıplayan teyzeyle dalga geçtik,
Sonra her gördüğümüz şeye bağrındık, bu da itirafım olsun, detaya girmeyeceğim. :D



Hostel'e pestil halde gelip yatağımıza yapıştık..
3. gün Hampton Court Palace.. Ama burası çok uzadı daha sonra anlatacağım..

Öpüldünüz sabahçılar..
ÇS*13


19 Şubat 2013 Salı

Büyükmüş Britanya Meselesi, 2 : Macera Dolu Londra


29 Ocak 2012 - Bloomsbury, Londra

"Çiçek ben dün gece hiç uyumadım."

Zeynep'ten duyulabilecek daha kötü bir cümle yok.
Kişisel kelime haznesinin sahip olduğu en can sıkıcı cümle düzeni.

Açıkçası ilk günü nasıl atlattık hiç hatırlamıyorum, gittiğimiz yerleri fotoğraflarda gördükçe "buraya da mı gitmişiz" deyip durdum.
Sanırım kendi sıkıntılarımdan çok yanımdakiler sıkıntı çekince aptallaşıyorum.

Çünkü kendimi sallamayabilirim,
Ama Zeynep benim bebeğim onu nasıl sallamayayım, acıktım deyince beslemeyeyim, yoruldum deyince uyutmayayım değil mi?
Hepiniz benim bebeklerimsiniz.

Şakası bir yana, Zeynep'i hiç uyumadığı gecenin akabinde aktif bir şekilde güne katılmaya çabaladığı için tebrik ediyorum, normalde yapmayacağı  davranıştır, değerimi biliyor kendisini öpüyorum.


İlk günümüzde random takılalım dedik, bunu yapmayın.
Çünkü ilk kez gittiğiniz bir yerde randomlığın haddi hesabı dur durağı olmayabiliyor.
Sonuçta hem her yeri görmüş gibi hem de hiçbir yeri görememiş gibi hissediyorsunuz.

Ha bir de polisten başbakanın oturduğu sokağı bilmediğiniz için azar yiyebiliyorsunuz, onu hiç hesaba katmayacağım.

Ona gelmeden önce,
Sokağa ilk bir çıktık,
Zeynep, biz nerdeyiz Çiçek dedi, hakikaten biz nerdeydik arkadaş,
Niye geldik, ne işimiz var burada,
İnsan gerçekten bir tuhaf oluyor.

Hem aynı yerde yeni bir güne uyanmışınız gibi,
İnsan aynı insan yol aynı yol,
Hem de şaka gibi,
Yüz ölçümünü ne kadar uzakta olduğunu bilirdim de nasıl düştüm içine acaba diye afallıyorsunuz.

Herhangi bir şekilde alışabileceğim bir duygu olduğunu düşünmüyorum.

Her köşeyi döndüğümde Taksim meydanını görebilirim hissi..


Arkadaş o sokaklar ne kadar güzel yahu.
İlk kez yurtdışına çıkışım demiştim ya,
Neler kaçırmışım arkadaş benim,
Benim gibi sanatçı adamın ne işi var her gün aynı şehirde?

Bırakın beni, gezeyim göreyim..
Bir şehir gezdim, dönüşte bir resim yaptım, - daha bitmese de - , öncekilerden o kadar farklı ki, şaşarsınız..

İlk durağımız Westminster,
Birinci günden Big Ben'i görelim de rahatlayalım dedim
Ya da belki İngiltere'de olduğuma ikna olmak istemişimdir, o da bir olasılık..





Westminster Manastırı'nı gezemedim, Big Ben'in içini görmek için kuyruğa da giremedim, bir dahaki gidişimde yapacağım, bunlar da sözlü kanıtı olsun kendime verdiğim sözün, hadi bakalım.

Her yerde sinir bozucu şahanelikte bir mimari,
Bir ikinci üzüldüğüm konu da buraları ablamla gezememiş olmak oldu,
Yanımda spontane bilgi veren bir mimar bulundurmak gerçekten havalı olabilirdi değil mi?

Şuan Rafet El Roman'ı çok iyi anlıyorum sanırım.

Bak tuhaf bir bilinç açıklığı anı yaşıyorum fark ettiniz mi, Rafet El Roman'ın hislerini paylaştım az önce, Macera Dolu Amerika şarkısını yazarken.

Şuan anlattıklarım ve anlatım biçimim doğrultusunda aynı şekilde İngiltere'ye bir şarkı yazabileceğimi hissettim,
Çünkü tamamen aynı kafa,
Adam ülkeye ilk kez girmiş ne görse yazıyor, arkadaşına sesleniyor,

A Memo,
Burası New York Amerika,
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam nasıl bir zaman -  Bak aynı bakış açısı adam önce evlerden etkileniyor, farklı gelmiş çünkü.

A Memo,
İnsanlar simsiyah kızıl beyaz
Sokaklar basketbol müzik ve dans - Sonra insanlar farklı gelmiş onu yazıyor, ben de birazdan insanların tuhaf davranışlarını anlatacağım mesela..

Anladım şimdi vallahi, hakkını yemişiz El Roman.
Soyadı neden İspanyol soyadı, o konuyla hala bağlantı kuramıyorum ama..

Mesela ben yazsam şöyle olurdu,
O tam Westminster'a ilk ayak bastığım anda..

A Memo,
Burası Westminster, Londra
Müzeler karıştı sokaklara
Nasıl bir bina, nasıl bir havaa

A Memo,
İnsanlar Hintli, İtalyan ve Laz
İngilizler nerede acaba?
Nasıl bir yaşam aa Memooooo..

Zeynep ilk bir saat içerisinde acıkınca, ilk atılımını yapıp bir polise en yakın McDonalds'ı sordu.
Evet, yaptık bunu,
Ya ne yiyeceğdik?

Trafalgar'da dedi British aksanıyla kimseyi yanıltamayan Hintli polis,
Bak burası ayarı yediğimiz nokta,
Gideceksiniz değil mi Trafalgar'a dedi,
Evet dedik,
Downing sokağına?
Şimdi o aksanınla önce nereyi söylediğini önce anlamam için bir es ver, ama abimiz boş bakışlarımızdan yararlanıp hemen ayara geçti,

What the fuck are you talking about bitchez, what in the world you dont give a shit about where our mfucking prime minister is living?

Tabii öyle demedi ama, demiş kadar oldu,
Downing Street No:10 Londra'nın en meşhur yeridir kendinize çeki düzen verin dedi,
Yazıklar olsun sana polis,
Şehirde bir milyon tane güzel olağanüstü yer var, gitti en meşhur yerimiz Başbakanın oturduğu sokak dedi,
Bana ne?
Sen bizim başbakan nerede oturuyor biliyor musun?
Seni geç ben biliyor muyum acaba nerede oturuyor, ya da hiç umrumda mı acaba bunu sorgula önce bir?

Önünden geçip giremediğin sokağın ne havasını attıysa bize,
Neyse ki McDonalds'ın yerini söyledi en azından..


Alınmamaya çalışarak, Trafalgar meydanına yol aldık,
McDonalds'ı bulduk bulmasına, ama oranın McDonalds olduğunu kabullenmek için Zeynep'in neredeyse dışarı çıkıp tabelaya ikinci kere bakması gerekti..

Yanımızdaki adam BigMac istemese, herhalde yok diye çıkabilirdik,
Bir tabela asaydınız keşke ya Allahsızlar.


Neyse,
Trafalgar Meydanı,
Arkadaş her yer güzel, hani şusu güzel şöyle şahane diyeceğim ama, heryer güzel ne anlatsam bilemiyorum..
National Gallery, tam da meydanda, bugün burayı gezelim dedik hazır gelmişken..





İçeride 12. yüzyıldan 18,19. yylara kadar bir çok ünlü ressamın pahabiçilemez orjinal tabloları var..

Şimdi anladınız mı resmim nasıl ilerledi?
Havasından suyundan değil yani,
Bir de en gıcık olduğum, ki ikinci gidişte kesin olarak ben de yapacağım,
Adamlar müzelerine defteri kalemi alıp geliyorlar, her müzede oturmak için katlanabilir tabureler, şak aç otur Michelangelo'nun önüne, başla çizmeye..

Bizde nerdeeeee.. O kadar çok kıskandım ki, müzelerin başına bir iş gelmese bari..

O tablolarda o kadar çılgın detaylar vardı ki,
Geri dönüp şimdiye kadarki çalışmalarıma baktım,
Bu değil, bunlar değil, bu olmaz, dedim.

Bunu yaptım, oldu..
Tabii henüz bitmedi, kendisi Anne Boleyn olacak, o konuya 3. gün yazısında geleceğim..

O kıyafetlerin kumaşları,
Nasıl bu kadar gerçekçi acaba, bir de ağaç üzerine yapıldığını bilmiyordum çoğu resmin,
İnsan kendine ne kadar da çok şey katabiliyor gezerek..

Çok gezen bilir.

Da Vinci'ler, Van Gogh'lar, Michelangelo'lar, Caravaggio'lar,
Hepsi dile geldi, el verdiler, hala şaşkınım..
Resmi seviyorum arkadaş..

İki saate yakın gezdik galeriyi, Monet'yi nasıl göremedim hala kendime bir anlam vermiş değilim, o da bir daha ki sefere inşallah..

Her ne kadar sürekli aktarma yaparak metro hattında fiti fiti şehri boylu boyunca gezmek keyifliyse de,
Hayatımda yürümediğim kadar yürüdüm Londra'da, yürümeyi tercih ettik..
Kişisel hayatımda bir ilk,
Bana çılgın bir aktiflik kattı ama..

Tüm sokaklar elinizdeki haritalara harfi harfine uyacak kadar düzenli,
Ferah,
Gösterişli,
Ve bomboş olunca, yürümek dünyanın en güzel aktivitesi oluyor..





İstanbul'u neden böyle gezmedik diye o kadar utandık ki,
Dönüşte bir kitapçık alıp turist gibi memleketimizi gezme kararı aldık Zeynep'le.

Çok yakında bunu yapmaya başlayacağız, size günü gününe anlatırım zaten, merak etmeyin..

Dönüş yolunda Covent Garden Market'ta,
Ki açık alışveriş alanımsı gibi tam da tanımlayamadığım bir mekan oluyor kendisi, Zeynep ikinci Türk'ümüzü buldu.

Zeynep Türk magneti dedim ben.

Atınca uzayan, yapış yapış saydamımsı ıyıl ıyıl tuhaf bir oyuncağı denemek için tezgahın başında durduk, Zeynep'i satıcıyla başbaşa bırakıp sağa sola bakarken, adamın Türk olabilitesinden kıllanan Zeynep, kıtır attı..

"Çiçek gelsene, çok güzel bunlar."

Satıcı: "GEL ÇİÇEK GEL SEN DE BAK."

Çocuk bildiğin Zeytinburnu'ndan otobüse binmiş Covent Garden'da inmiş, bu kadar da Türk olunmaz ki arkadaş. Nitekim tezgahın asıl sahibi olan İngiliz görünümlü Türk çocuğu da biraz sonra geldi,

"Hadi bizim Türkçe'miz bozuk da sen neden böylesin." cümlesiyle bizi uzun süre güldürmeyi de başardı..
Sonuçta da 3 tanesi 5 pound olan oyuncağı, 4 tanesi 5 pounddan saydı, siftahı da biz yaptırdık akşamın 5'inde nasıl tutunduklarını şimdi bir düşünmedim değil..

Akşam yemeğini yolumuza çıkan bir İtalyan restoranında yedik,
Yemek şahane olmasa da, Türk olduğumuzu öğrenince heyecanlanan ahçı/kasiyer/garson/mekan sahibi abimizin benim de Türk arkadaşım var çıkışı güzeldi..
Bana ismi doğru yazıp yazamadığı sordu..
Antalya'da tanışmış arkadaşıyla..
İsim: Deniz Hayta..

Hayta..
Hocam nerede tanıştınız kendisiyle acaba çünkü bu çok önemli bir ayrıntı.

Ah canım ya..

Ve yurda varmadan önce, KORE MARKETİ BULDUK.
Bunu çok heyecanlandığım için büyük harfle yazmadım.
Zeynep çok heyecanlandığı için büyük harfle yazdım.
Ama Kore'li abimiz de bize adaptör bulduğu için onu da öpüyorum buradan..
Gerçi kendisi adaptörün ne işe yaradığından bir haberdi ama, olsun iyi niyetine sağlık.

"Biz Türkleri çok severiz." dedi,
"Biz de Korelileri." dedi Zeynep, amca nedense pek inanmadı, oysa karşısında Koreliseverler Derneği kurucu başkanı duruyordu, tanıyamadı herhalde zavallıcık..


Yurda elenik döndük,

Gecenin sürprizi Yavuz (yarim)  Londra'ya geliyor.
!?!?
Buna sonra döneceğim..

Yurdun tatlı mutfağında, Zeynep aldığı sodayı açarken küçük bir fıskiye şov yaptı, ki bunu kelimelerle anlatamam, keşke hepinize tek tek videoyu izletebilsem,
Ertesi günün çılgın planını oluşturduktan sonra, sapık gibi uyuduk.

Yatağa iz çıkarırcasına yapışmayı daha kibar bir sıfatla anlatamam ki.

The End.

Üçüncü gün ilerleyen günlerde..
Öpüldünüz tatlılar..
İyi geceler hepinize..

ÇS*13